6 Ekim 2011 Perşembe

İsyan

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
.
.
.
.
.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Ekim'e Kadar

İstikrarlı şekilde yazılarına devam eden aylık bir magazin dergisinin boktan editörü gibi hissettim kendimi, aylardan ekim olduğunu farkettiğimde. Hangi ara bugüne geldiğime dair bir fikrim yok. Yarının da bugünden ayrıştırılabileceğine inancım az.
Bloga düşkünlüğüm, modern insanın Iphone 4'e düşkünlüğü gibi geçici. Zaman aktıkça yazılacak şeyler birikirken, eğer yazmazsan, üzerinden kaldırman gereken şeyler daha da ağırlaşıyor, üşengeçlik sonunda galip geliyor.
Bir süredir bazı meşgalelerden kendimi alamıyorum. Hazır şekilde tam 5 yıldır Fen Bilimleri Enstitüsünde sahibini bekleyen yüksek mimar diploması bir türlü alınamadı. Alınması için zıkkımın kökü bir makale gerekiyor. Makale dediğin de tezin 10 sayfaya sıkıştırılmış zottirik bir özeti. Başlamamla, neden bunca zamandır başlamadığımı anlamam bir oldu. Bence dünyanın en etkili kitlesel imha silahı olabilecek tamlama : Tez Danışmanı. Şu an içinden çıkılmaz bir ruhsal kargaşa içerisindeyim tekrar eski günlerdeki gibi.
Evlenmeden önce, evlenirken mali yük olmasın diye aldığım tüplü televizyonu izliyoruz 4 yıldır. Bizim ufaklık da çizgi film izleyebilme yeteneği kazandığından bu yana ikincisini almak kaçınılmaz hale geldi. Teknoloji ile ne zaman münasebete girsem, mağlup oluyorum. "Almışken tam alayım" felsefesi ile aldığım 127 ekranlık zımbırtı, "az bilen az zarar görür" diyemediğim için başıma iş açtı. Ölü piksel testinden girdim, ghosting image'lardan çıktım. Geldi, gitti, değişim raporu falan filan derken bugün 18. gün olmasına rağmen daha izleyemedim.
Elde var sıfırları biriktirsem burdan köye yol olacak duruma geldi. Yavaş yavaş tansiyonum yüksekten seyretmeye başladı. Kuzey Anadolu Fay Hattı'nda biriken enerjinin küçük çaplısı, bende birikmeye başladı. Bakalım bu stres boşalması kanlı mı olacak kansız mı? Richter'e göre 6.5 mi olacak 7 üzeri mi? Hayıllısı ve kısfmet.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Eylül

Bu yazının başlığı senede en az 12 yazıyı garanti etmektedir gibi bir anlık yanılgıya kapılmadım diyemem. Mutlaka sen de kapılmışsındır. Ama insanoğluna güven olmadığından, beni de kapsayan bu boş kümeden dolayı bana da pek güvenme. Dediğim gibi "boş küme". Ben olsam (buradaki istek kipi yaratıcı veya tanrıyı işaret ediyor) artık daha fazla beklemez ve kıyameti koparırdım. Dünya olacağını olmuş, insanlık artık yaratan için bir "skandal" konumuna erişmiş ve sonuç itibariyle tipik bir "fiyasko"ya dönüşmüş durumda. Daha fazla beklemenin ne yaşayanlar, ne de yaratan için pek de sevimli olmadığını düşünüyorum. İsrafil görev başına.
Bu sabah yolda gelirken gördüğüm insanların tamamı, her nereye gidiyorlarsa gitmek istemiyorlardı. Daha uykudan uyandıktan yirmi dakika sonra, hanıma çorabın en az mesai kadar gereksiz bir icat olduğunu savunmuştum şu geçen on gün içerisinde işe gitmeye ne kadar ihtiyaç duyduysam çoraba da o kadar ihtiyaç duyduğumdan. Artık eskisi gibi çevik çorap giyemememin çok etkili olduğunu düşünmüyorum zira.
On gün önce yeterince toka yapıp, mübarek bayramlarımızı kutladığımız kâfi gelmemiş olacak ki, bir fasıl da "geçmiş" mübarek bayramlarımızı kutlayarak dini vecibelerimizi yerine getirdik. İşin milli boyutu ise faciadan az hallice idi. Milli futbol takımı, bizim halı saha performansına yakınken, milli basketbol takımı ise laubalilik konusunda street hoop oyuncuları ile yarışır seviyedeydi.
Teknolojiyi ağustos ayında, hatta yaz mevsiminde bırakmıştım. Kağıt üstünde sonbahara geldik ama gördüm ki değişen pek fazla şey yok. Yine program kurulumları beklendiği şekilde hata veren uygulamalar ile donatılmış durumda sevgili Bill Gates. İnsanlığın işine yaradığı söylenen, ama insanı bu kadar hayıflandıran yegane zımbırtı.
Pek dağınık vaziyette olsam da sözün özü, bu kısa ayrılığın (medeniyetle olan) beynimde çaktırdığı şimşeğe bir isim verdim ve beklemeye koyuldum.

16 Ağustos 2011 Salı

Bihaberizm

Ülke toprakları içerisinde yaygın olan karakteristik özellik. Şöyle ki;
-Mimar olmuştur ama "rölöve" nasıl yazılır bihaberdir.
-Teknosa'da çalışır plazma nedir? lcd nedir? teknolojiden bihaberdir.
-Reklamcıdır, yaptığı tabelada imlâ kurallarından bihaberdir.
-Sene 2011 olmuştur, internet bankacılığından bihaberdir.
-Şofördür, trafik kurallarından bihaberdir.
-İngilizce öğretmenidir, "speaking"ten bihaberdir.
-Akademisyendir, araştırmadan bihaberdir.
-Sporseverdir, takımının maçlarından bihaberdir.
-Yöneticidir, insan ilişkilerinden bihaberdir.
-Çalışandır, saatten bihaberdir.
-Türkçe konuşur, dahi anlamındaki -de'den, -da'dan bihaberdir.
Bitmez...

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kürkçü Dükkânı

"Dön dolaş, yine bana gel" diyordu Adana, ben giderken. Bırakırken böyle değildi de geldiğimde daha bir Adana gibi olmuştu. Kravatı falan çıkarmış atmış, kendi gibi asabi, kendi gibi sıcak, kendi gibi küfürbaz.
Üç-beş kulaç, bir-iki kadeh alkol, beş-altıyüz km. yol...Biraz deniz, biraz havuz, biraz bira...Antik tiyatro, Anamur muzu, gazetesiz sabahlar...
Birinci viteste rampalar, ağustos böcekleri, çam ağaçları...Uyku, yemek, uyku...Yine yemek...Biraz daha tatlı?, yemek yemeden hayatta bırakmam, akşama ne yemek yapalım?...
Bitti ve döndük...

8 Temmuz 2011 Cuma

Parmak Arası - Vakasyon

Yazar, yıllık izninin bir bölümünü kullandığı  için yazılarına bir süre ara vermiştir. "Lan sanki bana yaza yaza klavye aşındırmış da, bir de ara veriyor puşt" demekten kendini alamayanlar, siz de haklısınız.
Editörümün de bahsettiği üzere kısa bir yaz tatili yapmak, memuriyetin sosyal insan hayatına somut etkileri başlığı altında değerlendirilen bir hadise. Sistem, aldığın 5 günlük izni 9 güne çıkarmak üzerine tasarlanmış. Bu mantıkla senede 20 gün ile sınırlandırılmış izni, 4 parçaya bölüp, 9 ile çarparak totalde 45 güne çıkarmak gayet olası.
Bu veriler ışığında 9 günün ilk 5 gününü, rakımın 0, rakının 300 promil olduğu bir plajda, kalan 4 gününü ise rakımın 1500, rakının 0 olduğu bir yaylada geçirmeye niyetlendim. 
Sabah 4 sularında "yine düştük yollara" eşliğinde Adana'ya bir haftalık ihanet. Gelince görüşürüz.

24 Haziran 2011 Cuma

Erkek: Behiç, Kız: Behice

Yazıya öncelikle ekşisözlük'ün anası ile başlamak istiyorum. Senin gibi sözlüğün ben ta anasını. Sebebini anlamadıysan sorma, anladıysan zaten mesele yok.
İki gündür google earth kurdu oldum. Antalya sahillerinde vaziyet planına göre otel seçiyorum. Dikkatimi çeken konu, okulda çizdiğimiz vaziyet planlarından tamamen bağımsız bir anlayışın hakimiyeti. Arkadaş zaten ya dolgu zemin ya sıfır eğimli kağıt gibi arsa. Bu düzende nasıl böyle alengirli binalar, nasıl havuzlar, nasıl arsa sınırları, hangi birine söveceğini şaşırırsın. Anladım ki pek sallayan yok. Otelde kaydırak varsa gerisi laf-ı güzaf. 
Bir yandan hava sıcak, everybody namazgahta iken dışardan sipariş edeyim dedim erinerek. Duman-Canlı albümünü indiriverdim beklerken. Kara Toprak'ı güzel söylemiş kerata. Sipariş gelince acı gerçeği farkettim ki, cebimde yemek parasının haricinde pek dikkate alınacak banknot yok. Sıcak yüzünden yemeği dışarıdan söyle, para çekmek için dışarı çıkmak zorunda ol. Ne diyim ben sana. Neyse çıktım el mahkum. Allah'tan fazla km yapmama gerek yok, envai çeşit banka, merkezi ben olan 50 m'lik daire içerisinde kalıyor. Akbank'ın çoklu ATM'lerini gözüme kestirdim, her bankada hesabım ve her birinde milyonlarım var bin şükür 8. işimde çalıştığım için her biri bir banka kartı tutuşturmuş elime. Neyse şimdi konu kişisel servetim değil. Onu ayrı bir kitapta anlatırım. Akbank ATM'lerine yönlendim, kartımı hazırladım, yürüyorum, yaklaşık 20-25 m. mesafedeyim ve 3 ATM de boş. Aa. Bir anda o da ne! İpinden boşanmış kurbanlık dananın Antalya sokaklarında koşturması gibi 3 herif birden. Hooop anında önümdeler. Sanki anons yaptılar makine para saçıyor diye. Artık tiplerine bakarak analiz yapmaya çabalıyorum, hangisi en hızlı işlem yapacak dış görünüşe sahip diye. Elbette verdiğim karara dayanarak arkasında beklediğim herif, diğerlerine göre en geç bitiriyor işlemini. Ulan arkadaş, borsaya mı giriyon ne yapıyon? 1 yetmiyor 2. kartı çıkarıyor cebinden. Şeytan diyor kafasını al, sok ekranın içine. Şansım bugün yaver gidiyor ki ATM, para bitti diye uyarı vermiyor. Birkaç milyon dolarla dönüyorum ekranımın başına. Anlatayım diyorum Tolga'ya. Anlatma diyor, anladım. Vay ben o ATM'de adam bekleten kent hayatının, modernizmin, zamanın, teknolojinin ve sairenin.

14 Haziran 2011 Salı

Sarı Denizaltı ve Dövme Pilavı

Dördüncü çeyreğin bitimine 6 dakika 11 saniye var. 5 sayı farkla öndeyiz Fener'e karşı. Laptop önümde. Beatles çalıyor, kızım ilk dansından örnekler sunuyor Beatles eşliğinde. Bir yandan da ağzına pilav tıkma görevini üstlenmiş durumdayım. Yemek yemeye konsantre olursa burun kıvırıyor. Ama Beatles iyidir. Başucumda Arredamento. Ara sıra göz atıyorum. Vodafone Porto binası fena değil. O da brüt beton, Toki evleri de. Pilav tabağının yarılanma süresi hemen hemen bir Beatles albümüne eşit. Köfteler bitti neyse ki. Sıra downloadları düzenlemekte. Maç ne durumda dersen, 1 sayı farkla aldık, seriyi 3-2'ye getirdik. Çıkmadık can hesabı devam ediyoruz. Birazdan "bıcı bıcı" zamanı. Baba kaçar.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Demokraaasi-2

Neredeyse 1 yıl geçmiş ilk hayıflanmamızın ardından. Dün başbakan balkondan "demokraaasi kazandı demokraaasiiiii" diye bağırırken yine düşünmeden edemedim. Para ile haşır neşir olan, büyük ölçekli kredi kullanan, ekonomik istikrara ihtiyaç duyan iş adamını ve sanayiciyi anlıyorum ancak benim gibi maaşla geçinen insanlar için hissettiklerim bir kenara, sadece gerçek olanları yazayım.
Bu ülkede sırf aşı satmak için "domuz gribi" yaptılar insanları. Tık yok.
Bu ülkede sorular çalındı, sınavlar iptal oldu. Tık yok.
Bu ülkede heykel yıkıldı "ucube" diye. Tık yok.
Bu ülkede gazeteci tutuklandı yazdıkları yüzünden. Tık yok. (Şiir okuduğu için hapis yatan başbakan döneminde)
Bu ülkede orgeneral tutuklandı. Tık yok.
Bu ülkede "deniz feneri" yandı. Tık yok.
Ne diyordu? Demokraaasi kazandı demokraaasi!!!
Geçmiş olsun...

10 Haziran 2011 Cuma

Haziran?

Başlığı atarken, zamanın geçme hızının tarafımdan algılanma düzeyine göndermede bulunmak istedim, bunda soru işaretinin de yardımcı olabileceğini hesapladım ama giriş cümlesi için kıvrandığım kadar kıvranmadım herhangi bir ishal döneminde.
Evet, evrenin ulu mimarının elinde bir counter var. Öyle bir hâl aldı ki bu durum, artık pazartesi sendromu yerine her hafta daha pazartesiden "bu hafta da bitti" şaşkınlığına dönmüş vaziyetteyim.
Sakin geçen gündüz mesaimi, dışarıdan aldığım ufak tefek işlerle süsleme hevesim bir anda altından kalkılmayacak kadar çılgın bir döneme sürükledi beni. Önce işyerinden iyi haber geldi. Ortalama aylık 800 lira zam ile birlikte 2 adet baba gibi projeyi elime verdiler. Okulda verseler 3 ay uğraşacağın cinsten elbet burada kazın ayağı öyle değil, cuma günü eline tutuşturup salı günü ön sunum isteyebiliyor değerli yöneticilerim. Bu sayede hafta içi gündüz mesaimi tamamen kapattılar Arda Turan'ın sinema salonu kapatması gibi. Siteleri, blogları mailleri askıya aldım.
Dışarıya da çizdiğim her çizgi bumerang gibi geri dönmeye başladı. Pizzacı hanım kendisiyle beraber, kendisi gibi bir arkadaşının inşaat halindeki villalarına sihirli bir dokunuş istedi. Üstün yeteneğim sayesinde kısa bir eskiz çalışması ile projeyi şekillendirecek ve ince işlere start verecektik. Bu kısa eskiz çalışmasının anlamı bir süreliğine akşamların da ipotek altına alınması anlamına geliyordu.
Kıramayacağım girişimci çocukluk arkadaşlarımdan bir tanesinin de topa girmesi, ekstradan haftasonu yolculukları, arsa görme, proje çalışması, eski arkadaşlarla lak-lak gibi ilave yükler demekti aynı zamanda. Böylece cumartesi-pazar kahvaltıları, cumartesi akşamı bira keyfi de güme gitmiş oluyordu.
Şimdilik kapanış şovunu da 150 m2 dükkân kiralayan birinin dükkânı güzellik salonuna dönüştürme çabasına ön ayak olmam ve yazıyla onbin m2 kapalı alanlı bir imalathanenin 3d görselini hazırlamam gerektiğini söyleyen insanlar yaptı.
Bütün bu hengâmenin arasında, hangi günde-hangi ayda olduğumu, saatin kaça geldiğini tamamen bir kenara bırakmış, hangi renk tişört giydiğimi hatırlamak için üzerime bakacak kadar kendinden geçmiş, beynim kare atlayan hatalı bir video dosyası gibi işleyen, muhtemelen karşıdan karşıya geçerken ezilerek can verecek bir haldeyim. 20 gün ara verilen blog olmaz olsun diyenler için özet geçiyorum.
Kapalı ortamlarda geçirdiğim son günlerde ara sıra farkettiğim bir gerçeklik beni şimdiki zamana bağlıyor. 20 gün ara verilen blog olmaz olsun diyenler için özet geçiyorum. Aylardan haziran ve Adana yanıyor! 


17 Mayıs 2011 Salı

P & T

Müzmin bekâr dostum Tolga, geçtiğimiz cumartesi günü, Türkçeden nasibini almamış matbaaların söylemiyle, nişanlısı ile mutluluklarını sonlandırdıkları gecede bizleri de aralarında görmekten mutlu oldu. Kendisine, eşiyle birlikte uzun ve huzurlu bir hayat dileklerimizi, eşimle  birlikte düğün esnasında ilettik zaten. Bir de buradan tekrar ederek pekiştiriyorum.
Uzun zaman aradan sonra katıldığım bu düğün töreni, bana bazı gözlemler ve değerlendirmeler yapma fırsatı sundu. Ufak ufak onlardan bahsedeyim.
Bir defa en önemli noktalardan birisi, düğün gününü istediğin ay, istediğin gün, istediğin saat belirle yine de hava şartlarını sen belirleyemediğin için, Murphy yasaları ağır basıyor. Düğün açık havadaysa, ya yağmur yağar ya da yağmur yağma endişesi seni alır götürür. Neyse ki birkaç gün öncesinden başlayan yağmur faslı, o gün öğleden sonraya kadar devam etse de akşam herhangi bir yağmur, kar vs. olmadı. Ancak tahmin ediyorum ki, mekânın göl kenarında olmasının da etkisiyle gece boyunca bir çiğ yağışı ile karşı karşıya kaldık. Nereden anladın diye sorarsan, masaya ilk oturduğumda yediğim badem ile gece sonuna doğru aynı tabaktan yediğim badem arasında nem yükü bakımından ciddi fark vardı.
Göze çarpan detaylardan bir tanesi de, genç erkeklerin giyim tarzındaki hoşluktu. Özellikle damadın yakın akrabalarında takım elbise altı Converse tercihleri ön plandaydı. Tahmin ediyorum ki, her iki tarafın yaşlı teyzeleri tarafından da eleştirilen ortak noktalardan birisiydi bu durum. Çiftetelli konusunda pek istekli ve becerikli olmayan damat ve tayfası yine de ellerinden gelenin en iyisini yapmak için iyi niyetli bir çaba içerisindeydiler. Gerek alkış tutmak, gerekse oynayanın etrafında çember oluşturmak hususunda gösterdikleri özveri takdire değerdi. Gece boyunca karşılıklı olarak, alımlı bayanlar ve erkekler arasında kur yapma eylemlerinde de öncüydüler.
Her zamanki gibi, düğünün en eğlenceli taraflarından birisi, oynamaya karar veren bireyin yaşadığı süreci takip etmek oldu. Bu işi kıvırabileceğini düşündüğü müziği duyan kişi, masada önce diğerleri ile olan iletişimi minimuma indirip konsantrasyonunu yükseltiyor, daha sonra müthiş bir medeni cesaretle oturduğu yerden ayağa kalkıyor ve sahneye doğru yöneliyor. O sırada önüne çıkan engelleri ciddiyetle aşarak sahneye ulaştığında mısır tanesinin tencere içerisinde yeterli ısıya ulaştığı anda verdiği tepkiye benzer bir tepkiyle başlıyor oynamaya. Yolda geçirdiği süre ile zaten yarısına gelmiş olan şarkıya iki kıvırdıktan hemen sonra başlayan dans müziği ile boş bakışlarla etrafına gülücükler saçarak yerine yöneliyor.
Laf cambazı, laf ebesi, filolog, su ürünleri uzmanı, cahil gibi tanımlara ev sahipliği yapan geniş insan Aydın da, varlığıyla mutluluk veren etkenlerden birisiydi. O akşam yoğunlaştığı kelime "haberleşiriz" oldu. Ben de kendisine "dilolog" sıfatını armağan ediyorum. Bence dil bilimcisi "dilolog" olmalıdır. "Filolog" olsa olsa fil bilimcidir. Neyse.
Neredeyse unutuyordum, söylemeden geçemem. Gelin hanımın kuzeni mikrofonu eline alıp sahneye daldı ve bir iki şarkıdan birer kuple sundu. Bunlardan bir tanesi nadide eserlerden "Akdeniz Akşamları" idi. Bu konuda söyleyeceklerim bu kadar, detayları Tolga ile face to face görüşecem.
Gece, atom numarası 79 olan ve 1064 °C sıcaklıkta erimeye başlayan metallerin gelin ve damadın sağına soluna iğnelenmesi ile sona erdi. Yüzlerinden, bunun iyi birşey olduğu hissine kapıldım.
Onlar için şimdi evlilik hayatının en güzel zamanları. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevizine.


10 Mayıs 2011 Salı

0,5 Handikap

Ne anlama geldiğini bilmediğim bu 0,5 handikap sayesinde 108 tl'lik ikramiye sahibi olduğumu bir tesadüfler zinciri sonucu öğrendim az evvel. Dün akşam üzeri alelacele doldurduğum 5 maçlık kupondaki ilk 4 maç gece yatağa girmeden sonuçlanmış, GS ve Helsingborg handikaplı 1, Liverpool üst ve adını bile yazamadığım Midytjland benzeri bir takım galip gelmişti. Kuponun içerisine NBA maçı dahil etme saçmalığından yine kendimi alamamış ve bültendeki Boston-Miami maçının 1.70 oranlı cazibesine kapılmıştım. Boston seride durumu 2-2'ye getirerek, denizler aşırı destekçisine bir kıyak geçecekti. Bu düşünceyle uykuya daldım. Sabah ilk iş nba.com'dan maç sonucuna bakmak oldu. Sonuç hüsran, yine bir iddaa klasiği şeklinde tek maçtan yatmış görünüyordum. Sözlükten maçın hikayesini okurken, normal sürenin 86-86 berabere bittiğini öğrendim. Bu durumda maç kupondan çıkartılıyor mu yoksa kazanıyor muyum ya da kayıp mı ediyorum diye düşünürken ofisteki gençlerden birisi atladı. Resmi sitede kuponun barkod numarası ile sorgulama yapılabiliyordu. Denedim, resmi site kuponuma bir bok çıkmadığını söyledi. Yine de cebime attım kuponu. Lavaş et dürüm ile ayranı bir arada mideye indirirken, arkadaşa kuponu gösterdim. Ne talihsiz bir kupon olduğu üzerinde anlaştık. Yine de masadaki diğer kağıt parçalarının arasında bırakmadım, cebime attım. Yolun karşısındaki iddaa bayii bana göz kırpıyordu. Yemekten sonra erinmedim, karşıya geçtim. Şu kupona bir bakıver edasıyla elimdeki kuponu uzattım. Makinenin ikramiye kazandığımı bildiren o tuhaf melodisi ile birlikte elime 108 lira sayan adam, bir  gurur abidesi olarak taşıyacağımı sandığım kuponun kendinde kalması gerektiğini söyledi. Para ile kuponu değiştik. En azından ben halimden memnundum. Kuponun nasıl olup da tuttuğuna bir türlü kafam basmasa da normal süresi berabere biten ender basketbol maçlarından birisi sayesinde işyerine sırıtarak seyirttim.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Yağmur

Her yağdığında, sanki hayatımda ilk defa görüyormuş gibi hayrete düşen, mutlu olan ve seyretmekten kendini alamayan bir yapıya sahibim. Gürleyen gök ve çakan şimşek beni ürkütmek yerine gülümsetir. Elimde ne varsa bir kenara bırakır izlemeye koyulurum.
Benimki saf bir mutluluk. Kaygısız. İlkel. Belki biraz bencil. Ne oto yıkamacıları düşünen, ne yağmur sensörü ile tıkanan trafik hakkında endişe eden bir mutluluk. Ne de dolu darbesiyle ilerde lekelenecek olan kayısıları umursayan. Yeter ki yağsın. Ben de seyredeyim. 
Yine öyle oldu. Bir yağdı bir yağdı ki...

28 Nisan 2011 Perşembe

Nisan

Üniversite yıllarında iddiaya girerdik nisan ayında kaç gün yağmur yağacağı üzerine. Sayının en az 11 olacağını savunan taraf olarak her zaman haklı çıkardık da, bu sene sayı daha ayın ortalarında 11'i çoktan geçti. Sonlarına doğru da gol krallığına emin adımlarla ilerleyen forvet gibi hat-trickler sergiledi. Bugün de gününde gibi görünüyor. Birazdan başlayan yağmur 3 gün sürecek sanırım. Bense hala pazartesi günkü travmayı atlatmaya çalışıyorum. Vücudum küskün. Oysa daha iki hafta önce arkadaşıma en son ne zaman kustuğumu hatırlamadığımdan bahsediyordum. Bu bahsin, geri dönüşü bu kadar şaşalı bir istifraya davet olacağını düşünseydim ağzımı bile açmazdım. Bugün perşembe ve karın kaslarım yavaş yavaş kendine geliyor. Kızım, banyonun kapısından bana, birşeylere kızmış olduğum için ağzımdan ateş saçtığımı düşünen bakışlar atıyor. Konuşurken uyuyakaldığımı hatırlamıyordum, ona da imza atmış oldum.
Pizzacı dükkanı bitti, elime sağlıkmış. Alçıpan-seramik-sıva-boya kısır döngüsü içerisinde devam eden mimarlık dünyamıza yeni bir sakat çocuk daha doğdu. Bir orta boy alana bir orta boy bedava. Yalnız ne kâr var lan bu pizza işinde. Zaten sahibesi kadıncağız da, mimarlığı bırakıp soyunmuş dediydim ya  bu işe. Ver fırına, öteki taraftan çıksın, paketle, çek kredi kartını ve bir daha görme adamı. Yemişim kapı kolu nasıl olacakmış, bu seramiği mi seçsek yoksa şunu mu, şu duvarı 35 mm sağa mı kaydırsak yoksa yerinde mi kalsa. Allah bu aklı vermiş de bize, daha niye verdiğini anlayan var mı acep? Bir it kadar düşünsek, neyimiz eksik kalırdı sormadan duramıyorum.
Nisan'ın 28'i. Konut kredisi ödeme günü. Dün hanımın öğrenim kredisini de sağlama aldık. Var mı başka bişey?

22 Nisan 2011 Cuma

İtiraf Dat Kom

Son 6 gündür devam eden 08.00-22.00 pizza dükkânı mesaim, bugün devlet memuru olduğumu hatırlamamla son buldu. Galatasaray'ın Manisa'yı yendiği maçın 90+3. dakikası, herhangi bir televizyonu açık olarak son gördüğüm son dakikaydı. Okuduğum son gazete geçtiğimiz Perşembe gününün gazetesi idi. Yediğim son sulu yemek geçen Cuma annemin yaptığı kuru fasulye idi. İnternet'e en son pazar günü bir mail yollamak için girdim. Blog sayfamı 1 hafta aradan sonra az önce açtım. Ama burada değişen bir şey yok, çaycısından şoförüne milletvekilliği seçimi ile ilgili hummalı bir tartışma var. Malta humması olasınız e mi!

14 Nisan 2011 Perşembe

Daire Dilimi Peynir

Yaklaşan seçim öncesi beni heyecanlandıran en önemli detay, milletin verdikleri oylara göre dağılımlarını gösteren daire dilimleri. Daire dilimlerine karşı hep bir zaafım olmuştur. Şey'leri kategorize etmeyi ve daire dilimi üzerinde durumlarını gözlemeyi sevmişimdir. Buradan hareketle şu bizim meşhur iki ayağı üzerinde yürüyen ve düşünerek hareket ettiği iddia edilen ırkımızın Törkiy toprakları üzerindeki türleri üzerine bir dilimleme çalışması yapayım dedim. Bakalım ne çıkacak.
Listelerde bir numara, Likit Lütfü. O'nu en iyi tanımlayacak sıfat likit evet. Tam da ön ismi gibi akışkan ve bulunduğu kabın şeklini alabilen şahsiyet. Eğer 70 milyonu, bir daire olarak gösterirsek en büyük dilimi Lütfü kaplar. Tıpkı geçen iki seçimde ve 12 Haziran'da dairenin büyük dilimini kaplayacak olan çoğunluk gibi. Elbette her iki çoğunluk da aynı şahıslardır diyemeyiz ama birbiriyle büyük oranda örtüşür diyebiliriz. Günlük yaşamda sıklıkla karşılaşabileceğimiz şekilde her ortama yayılmış örnekleri mevcuttur. İşyerinde patron, alışverişte tüccar, büroda müşteri, sonradan arkadaş olabilirler. Her zaman haklıdırlar. Mümkün mertebe iletişimi minimumda tutmak ruh sağlığı açısından kritiktir. Unutma! Ortama ayak uydurmak başkadır, içinde bulunduğu kabın şeklini almak başka.
Lütfü kadar olmasa da dairede önemli bir dilimi kaplayan diğer önemli şahsiyetimiz Hımbıl Hıdır. Dört mevsim güneşli olan bölgelerde daha sık rastlanan bu türde ayırt edici en önemli özellik vücut hareketlerinin hızı ve göz kapaklarının yere yakınlığıdır. Eğer evrim var ise Hıdır, kaplumbağadan evrilmiştir. Devlet dairelerini veya tamamen rutinleşmiş iş kollarını(otobüs şoförlüğü, tarih öğretmenliği gibi) seçerler ki, kendi hızlarına paralel bir hayat sürebilsinler. Es kaza mühendis, mimar olmuş olanlar sürekli birşeylerden şikâyet ederler. Bürodan geç çıktıklarından, şantiyenin yorucu olduğundan dem vururlar. Birileri onları beklemeye mahkûmdur. Gözden kaçırdıkları nokta dünya ile aralarındaki bağıl hızdır. Unutma! Soğukkanlı olmak başkadır, zaman yönetimi başka.
Hıdırlarla benzer iklimde yaşayan ve iyi geçinebilen türümüz Sarsak Sami. Kalabalık bir topluluk içerisinde Sami, kılık kıyafeti ile ön plana çıkar. Gömleğinin bir düğmesi açık olabilir, ütüsüz olabilir, kemeri haddinden fazla sıkmış olabilir. Pantolon ile gömleğin renklerini uydurma gibi bir sorumluluk hissine kapılmazlar ve saçları kesinlikle dağınıktır. Zekidirler ancak günlük bazı bilgileri akılda tutmazlar. Her gün sipariş verdiği dönercinin telefon numarasını her gün arkadaşına sorma cesaretini kendinde görebilir. Her gün geçtikleri sokaktaki işyerlerini işleri düşmediği sürece farketmezler. Sakarlık, karakteristik özellikleridir. Masanın ayağına, kaldırıma veya herhangi bir kot farkına takılmaktan bıkmazlar. Ne yazık ki değiştirilmesi en zor insanlardır. Farkındalık yaratmak ile mucizeye imza atmak eşdeğerdir onlar için. Unutma! Umursamazlık başkadır, bihaber olmak başka.
Olaylara bakış açısıyla sembol olmuş kahraman kişiliğimiz Dar Davut. Davutlar mesleğe bağlı kalmaksızın faaliyet gösterirler ve bu yüzden bir iş halletmen gerektiğinde mutlak surette süreç içinde karşına engel olarak çıkarlar. Anlatılanı anlama gibi bir yetenekleri yoktur. Gerçi anlatılanı dinleme gibi bir eğilimleri olmadığı için, anlama konusunda ne durumda olduklarına dair sağlam veriler de yoktur elde. Reddetme, kabullenmeme, idrak edememe, empati eksikliği genel belirtilerdir. Belli bir yaştan sonra tedavisi imkânsızdır. Memleket ne çekiyorsa en çok bunlardan çeker. Unutma! Doğru bildiğini uygulama kararlılığı başkadır, her şartta sadece bildiğini okuma inadı başka.
Davutlarla karıştırılabilen ama daha farklı bir yapıya sahip karakterimiz Kıt Osman. Osman'ın Davut'tan farkı ne yazık ki genetiktir. Elinden geleni budur aslında yani. Karşılaştığında, beklentiyi en aza indirgemek, hatta hiç beklememek en doğrusudur. Seramik ustasıdır Osman, ama 30 yıldır seramik döşediği halde, işe nereden başlaması gerektiğini senin anlatman gerekir. Sinirlenmeden, sabırla anlatmak doğrusudur. Neden böyle olduğunu sorgularsan hataya düşersin. Sınavdan sonra matematik sorularının beklediğinden kolay olduğunu söyler. 40 sorudaki doğru sayısı 6'dır. Unutma! Osman'a saygı göster yeter :)
Başta bahsettiğimiz daire dilimindeki payı konusunda en büyük hata payına sahip, gizemli karakter Ezik Pipi Nuri. Nurileri toplum içerisinde ayırt etmek mümkün değildir. Kılık-kıyafetle, yaşam tarzı ile, sakalla-bıyıkla, müzikle, yaşla-başla, bulunduğun şehirle, eğitim durumuyla ilişkilendirilebilecek bir yapıda değildir. Sayıları milyonları da bulabilir, azınlığı da temsil edebilirler. Birinin bir şekilde Nuri olmadığını ifade etmesi O'nun Nuri olmadığı anlamına gelmez. Kimin Nuri olduğu, kimin olmadığıyla ilgili, ancak kişi kendisi hakkında karar verebilir. 32 yaşına geldiysen ve ne acıdır ki hâlâ idrarı dışarı atmak dışında bir işlevi olmayan fazladan bir çıkıntıya sahipsen, bil ki sen de Nuri'sin. Neden böyle olduğuna dair birkaç kelâm etmeye niyetlensem, kontrolü elden kaybedeceğimden korkarım. Unutma! Kendini sevdiceğine saklamak başkadır, Nuri olmak başka.
Nuri'nin sebebiyle ilgili fazla derin analiz yapmak istemem ama gözardı edemeyeceğim şey ya da kişi Pırlanta Fıstık Arzu. Üzgünüm ama Arzu sadece Nuri'nin sebebi olarak değil, toplumsal gelişmişlik düzeyinin sorumlusu olarak da gösterilebilir. 32 yaşında bir insanı Nuri olmaya mahkum ederek, toplumun O'ndan gerekli verimi almasını engellemişlerdir aynı zamanda. Yaklaşık 3,5 milyar kadında olan bir şeyin, pırlantadan daha değerli olduğu yanılgısına kapılmışlar ve bu götü kalkıklıkla hayatlarını sürdürmektedirler. Ne kaybettiklerini 30'lu yaşlarının ortalarından sonra idrak ederler ve ancak o zaman eğer zenginlerse 25 yaşında bir Nuri'yi ağlarına düşürmeye çalışırlar. Unutma! Deneyim başkadır, orospu olmak başka.

12 Nisan 2011 Salı

Pompeipolis'te Offset

Günlerden cumartesi. Mersin'e gitme zorunluluğu, aynı zamanda hayvan yükü çizim yapma mecburiyeti. Laptop bagajda. Hanım-çocuk ikilisi adrese teslim kargo ile teslim edilmiş, görev tamam.
Yer Mezitli. Wireless olan, sakin bir mekan arayışı. Saat 14 suları. Sahile iniş. Soli Pompeipolis çevresi kısa tur. Buena Vista adında bir yer. Kimseler yok. Kafasının ön kısmı oldukça çıkık bir barmen. Arkası liman girişinin sütunları, önü deniz. Bazen güneş bazen bulut. Arjantin bardak, 50'lik fıçı efes, bol tuzlu yer fıstığı. 17'sinde aşırı tiryaki bir garson. Sonradan yan masaya gelen uyumsuz ikili. Ankaralı Turgut tipli bir herif. Boy en fazla 1.55. Cumartesi günü siyah gömlek, kırmızı kravat. Karşısında ve daha sonra yanında Jenna Jameson bozması bir abla. Ortalıkta koşturan ufaklık. Adı Umut Deniz. Mekan Buena Vista. İlişki kur.
Değişmeyen ve değişmeyecek olan sağ omuz ve bel ağrısı. Offset, enter, 20, enter, tık, enter...

5 Nisan 2011 Salı

NHL 2000

En son 4 sene önce görmüştüm dünkü öğle yemeğinden önce. Plânsız, programsız bir telefon görüşmesinin üstüne öğle yemeği için randevulaştık. İşyerlerimizin de birbirine yakın olması sebebiyle konuşmamızdan 10 dakika sonra tokalaşıp, kucaklaştık. Askerden döneli hemen hemen 1,5 ay olmuştu ve geçen 15 ayın sonunda sivil hayata alışmaya çalıştığını düşünüyordum. "Adapte oldun mu tekrar?" şeklindeki sorumu "oraya adapte olamamıştım ki" diye cevaplayıp daha ilk dakikadan beni ters köşe etmesini bildi. Benden 4 yaş büyüktü ve artık birkaç yaş farkın bile üzerimizde gözle görülür izler bırakacağı zamanlarımızı geçiriyorduk zoraki hayatımızda. Ama tekrar farkettim ki 13 yıl önce nasılsa, ufak değişikliklerle hâlâ öyleydi. Benim tarafımda ise 13 yıl önceki resmimi görüp de, ben olduğumu söyleyecek sadece bir iki kişi çıkardı. Elbette annem, babam ve kardeşlerim 13 yıl önceki hâlimi teşhis edebilirdi. Bu farkın sebebi sanırım NHL 2000 idi.
1998 yılında birlikte başlayan mimarlık öğrenciliği maceramız, son gaz devam ederken, mimari proje 5 adlı canavarla karşılaştığımızda böyle olacağını kim bilebilirdi ki! O döneme kadar kayıpsız ilerlediğimiz bu serüvende ufak bir silkeleme sınıfın yarısını daldan düşürmeye yetmişti. Ama O, herkesten farklı olarak kendi ipini kendi çekmeyi yeğlemiş ve projeyi teslim bile etmemişti. Oysa en özgün projeler ve en klas maketler O'nun elinden çıkardı. Bu dönem için gerekçesi basitti. "NHL'e daldım, projeye vakit ayıramadım". Gerçek O'nda saklıydı. Bizim gibiler için kabul edilemez gelen bu gerçek, O'na pist üstünde durdurulamaz bir efsaneye dönüşme fırsatı veriyordu. Geceler, gündüzleri kovalıyor ve O, mimari projede çözülmesi gereken ıslak hacimlerin hıncını kaygan zeminde pak peşinde kayarak çıkarmaya çalışıyordu.
Yaz tatili ve dönüşünde gelen mimari proje 6 illeti, bizi yeterince meşgûl ederken, O, tatili biraz uzatmış ve Şubat tatili ile birleştirmeyi uygun görmüştü. Böylece aramızdaki puan farkı giderek açılıyor ve ligin sonuna doğru yaklaşıyorduk. Artık, halı sahada geçirdiğimiz zaman, derste birlikte geçirdiğimiz zamandan daha fazla yer kaplıyordu. Ne de olsa takımın değişmez defansif orta sahasıydı. Kornerlerde göz göze gelip, topu kafasına indirmeyi severdim. O da uzun boyuyla sert kafa şutları çıkarmayı.
Okul bitti, iş hayatı, yüksek lisans, kız arkadaş falan derken O'na tekrar bina bilgisi 2 sınavında gözetmen olarak görevlendirildiğimde sınav salonunda kürsüden baktım. Ufak tefek dersleri temizleyip sadece proje ile başbaşa kalmak istediğinden bahsetti. Canı ne zaman isterse o zaman proje başlayacağını da söyledi ve o dönemin sonunda yeniden parkelere dönen Jordan gibiydi. Harika bir proje teslimi ile ayağına dolanan mimari proje 5'ten kurtulmuş ve işleri rayına oturtmuş gibiydi. Benim okuldan ayrılmam, askere gidip, dönüşünde evlenmem ile birlikte zayıflayan iletişim ağımız, bir msn konuşmasında tekrar canlanıyordu. Bu seferki şok, bana askerden ileti gönderiyor oluşuydu. Okul ne zaman bitti lan falan derken, aslında okulun bitmediğini ve 15 ay uzun dönem askerlik için orada olduğunu anlamamla, herşeyin yolunda olduğunun farkına varıyordum. O'nun hayatı pek kimseninkine benzemezdi.
Dünkü görüşme ise, askerden döndüğünün ve bir büroda ufak tefek çizim yaptığının haberini almama sebep oldu. Yemekte "proje ne alemde?" diye sormaya yeltendim ama cesaret edemedim. Ya "NHL 2011" derse?

30 Mart 2011 Çarşamba

9MXCWXKTC

Beni az çok tanıdıysan insanoğlu ile alıp veremediğim bir şeyler olduğunu hissetmişsindir. Bu kanı bozuklara bir türlü ısınamadım nedense. Nedense diyorum ama bakma sen, yaşadığın her saniye aslında bir neden.
Daha bismillah demeden başladı her şey gayet olağan şekilde. Anlatayım da dinle. Bu ofisi daha önce anlattım. Birkaç farklı daldan mühendis ve tek mimar olarak ben. Kaderim hep bu oldu zaten, çalıştığım yerlerde tek mimar olmak. Neyse diyeceğim o değil.
Sağ yan masamda oturan mühendislik dallarından inşaatı kendisine sıfat olarak seçmiş kıvırcık oğlan sabah 08.05'te belli ki gece kurduğu hayallerden veya önceki akşam paylaştığı düşüncelerden kalma bir hevesle bilgisayarın başına oturdu. Oto yıkama, boya koruma, detaylı temizlik gibi dört tekerlek sahiplerini hedef almış bazı zırvalar üzerine yoğun bir araştırma safhasının ilk adımlarını atmaya başladı. Mühendislik yaparak istediği parayı kazanamayacağına kanaat getirmiş olmalı ki; bu alternatif yolla kazanacağı paranın hayali gözlerini parlatıyor, yetmeyip ne kadar parlak bir fikir olduğunu onaylamam için olayı tüm detaylarıyla bana anlatıyor. Seçtiği cümleler ve araya serpiştirdiği bilgiler, tam profesyonel bir oto yıkamacıya dönüşmeye başlayan kıvırcık bir inşaat mühendisine işaret ediyor. Yaklaşık yarım saattir bu konu ofisin ana gündem maddesini oluşturuyor. Kaçamıyorum.
Sol yan masamda bir jeoloji mühendisi. Klavyeye daktilo muamelesi yapan, acımasız bir kullanıcı. Senin klavyenin ömrü beş yıl ise, O'nunki bir yıl. Hemen yanıbaşına koltuğunu yaklaştırmış, bilgisayar sahibi olmayan düz memur arkadaş. Elinde uzunca bir liste var. Bu ikisi, sağ yan masamdaki oto yıkama girişiminden tamamen soyutlanmış durumdalar. Yaptıkları iş akıllara zarar. Listede tuhaf harfler ve rakamların yanyana gelmesi ile oluşmuş kodlar var. Genelde birbiri ardına okuyunca zorlanacağın cinsten harfler. C'den sonra J gibi ve hemen ardından 7 gibi. Memur arkadaş kodları okuyor, mühendis olan da hızlıca bu kodları bilgisayarda bir yere girmeye çalışıyor. Yaklaşık 20 kadar kod girdikten sonra anlıyorum ki, memur olan arkadaş haftasonu 100 adet nescafe üçü bir arada almış, hepsini bir kavanoza boşaltmış ve paketlerin içinden çıkan şifreyi BMW kazanabilmek için göndermeye çalışıyor. Kaçamıyorum.
Ömrüm yettiği sürece insanoğlu saçmalamaya devam edecek, ben de yazmaya...

29 Mart 2011 Salı

Demokratik Dikta - Yetkisiz Yetkililer

Hemen hemen her organizasyonda rastlayabileceğimiz türden yönetim şekli ve insanlar. Demokrasinin var olduğu modern dünyamızda çizilen organizasyon şemaları ile yetkileri ve görevleri belirlenmiş insanların acizliği ve çaresizliği.
Ne yazık ki insanın doğasında mevcut olan ve takım elbiselerle örtülemeyen ego, hırs, bencillik gibi insana has karakter özellikleri sayesinde "yönetmek" yerine "gütmek" fiilinin eyleme dönüşmesi. Kartvizitlere basılan gösterişli unvanların aslında işaret ettiği elden ne gelircilik. Gişe Yetkilisi, Bölge Sorumlusu, Müdür, Daire Başkanı, Birim Amiri, Şef. İnisiyatif kullanmak gibi hakları olmayan ve daha kötüsü bu hakkı kendilerinde göremeyen, görmeye cesaret edemeyen yetkisiz yetkililer. Onlara bu hakkı vermeyen, güvenmeyen, bu şekilde her şeyin daha yolunda gittiğine kendini inandırmış, paranoyak tek adamlar. Göstermelik olarak yardımcısına soran, sonra bildiğini okuyan demokratik diktatörler.
Kısacası 3-5 milyon yıl önce macerasına başlayan insan, o zaman nasılsa, ne yazık ki şimdi de öyle. Hala kendi türü ile çekişme yaşayan tek canlı. O kadar tek başına. O kadar vahşi, o kadar acımasız. Takım elbise mi? 140's olsun, aşağısını giyme. Puşt seni.

28 Mart 2011 Pazartesi

Fırsatçı

Artık bloglar mı açıldı yoksa benim bilgisayar insafa mı geldi bilemez oldum. Bildiğim şey şu ki hazır açıkken girip, iki lakırdı etmek istiyorum. Bir sabah geliyorum açık, bir sabah kapalı, bazen yarı açık. Beynimi limitlerine kadar zorlayan çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşmeye başlayınca bir süredir açmamaya karar vermiştim. Acep diyorum bu bloglar olmadan önce biz sene 2000'den bu yana internette ne okuyorduk. Mesaide ciddi bir boşluk oluşturmuştu blogların yokluğu. Öyle ki bu süre içerisinde kendimi işe verdim diyebilirim. Tuhaf tuhaf sektörlerden tuhaf tuhaf iş tekliflerini aynı anda almaya başladım. Meğer bu bloglar ayaklarımıza vurulmuş birer prangaymış a dostlar. Kimileri yarın bloguma şunu yazsam diye düşünürken, kimileri de acep şu adam bugün bloguna ne yazdı diye düşünüyormuş. Aynı anda iki şeyi düşünme kapasitesi sınırlı olan ademoğlu da bu sebepten başka şeyleri düşünemez oluyormuş. Desem de inanma amına koyim ne alakası var.
Şimdi burası çok karışık. O yüzden kısa kesiyorum. Açık görünce dayanamadım yazdım. Tam 3 kişi telefonda konuşuyor. 2 kişi de umreden gelmiş bir adamı ağırlıyorlar maceralarını dinliyorlar. Kafatasım normal ısısının üstüne çıkmaya başladı gidip lavabonun altına sokup soğutmam lâzım.
Hadi gittim şimdilik...

16 Mart 2011 Çarşamba

Günler Devrilirken

Artık devam edebilirim dedikten sonra epey zaman geçmiş de benden ses çıkmamış. Zaman o kadar hızlı akıp geçiyor ki, bazı günler radyo açıp biraz online müzik dinleyeyim dediğimde saatin 5'e çeyrek var olduğunu görüp, açmaktan vazgeçiyorum. Gün içinde ne ile uğraştığımı bile durup düşünmeden akşam oluyor. Şu pizzacı işi ile haşır neşirim hâlen. Proje safhasını bitirip, İstanbul merkeze onaylattık ve 6 gün önce ilk kazmayı vurduk. Kazma derken lafın gelişi. En kaba yaptığımız iş ytong duvar örmek. Ytong ustasını izlerken duvarcı olmak istiyorum, alçıpancıyı izlerken alçıpancı. Ne kadar da somut meslekler. Düşündüğünü anında gerçeğe dönüştürme fırsatı. Pasta gibi kes ytongları ve derzleri şaşırtarak üstüste yapıştır. Paranı da alırsan senden mutlusu olmaz gibi geliyor bana ey ytong ustası.
Maaş aldığım kurumda ise durumlar iç güveysi modunda. Asaletler onaylanmış, bu demek oluyor ki artık kralı gelse beni oturduğum yerden kaldıramaz. Bu götü kalkmışlıkla Tempra ile yarışır hale gelirim tez zamanda. Sevindirici gelişme, son 15 gündür 4 gb ramli, İ5 3.20 GHz'li Windows 7'li yeni bilgisayarımı kullanıyor olmam. Acımayıp downloadların ebesine atlamayı düşünüyorum. Bir de biraz 3 boyut egzersizleri (Hiç istemesem de). Cuma günü de asaletleri onaylanan memurlar için toplu yemin töreni varmış. Topların sponsoru Nike.
Bu paragrafta biraz futbol. Cuma günü derbiyi uğur olsun diye babam, 2 kardeşim, 1 amcam, 1 eniştem, 1 kuzenim ve ben kalabalık bir grupla izlemeye karar verdik. Ama bu saydığım kalabalıktan herhangi biriyle beraber izlediğim bir Galatasaray maçında yüzümün güldüğünü hatırlamıyorum. Hatta 3 maç üstüste izleyip takımı şampiyonluktan ettiğimiz günler de yok değil. O yüzden son dakka bi satış yapıp, evde tek başıma izlemek, en azından yenilirsek bile kızımla halıda yuvarlanarak olayın etkisinden çabuk kurtulmak istiyorum. Takımın bu durumu beni bahis piyasasından da soğutmuş durumda. Bu sezonu erken kapattım Hagi Hoca yüzünden.
Bu yazıyı da yazışmaların ve pizzacı detay çizimlerinin arasında saniyelerle ölçülecek bir zaman diliminde araya sıkıştırıp gönderiyorum ki, bu çocuğa bir haller oldu, parayı buldu bizi unuttu deme. Ölene kadar beleş pizza karşılığı anlaştım.

7 Mart 2011 Pazartesi

2100 Yılına

Bir haftalık ara sonrası tekrar bloguma giriyor olmaktan memnunum. Fakat bu memnuniyetim, yasal bir girişe dayanmıyor. Halen memleketimde blogspot.com yasaklı durumda. Bu Allah'ın belası yasak için, çeşitli kıvırtmalarla (Başbakanın daha önce youtube için tavsiye ettiği gibi) DNS ayarlarıyla oynuyoruz. Bütün gailemiz, hayatımızda yazmaya değer gördüklerimizi yazabilmek. Bunu yasal olarak yapabilme hakkını istiyoruz. Sadece bu kadar.
Bir de bu durumda olmamızın hatırına unutmadan ekliyeyim. Vay amınıza koyim be.
Artık devam edebilirim.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Wimbledon Açık

Ulan bu "açık ofis" kavramını ortaya atanın yedi ceddi açık ofisten kurtulamasın. Her kim ki bu açık ofisin daha verimli çalışmaya sevk ettiğini söylüyorsa en hafif tabirle halt ediyor arkadaş.
Bütün bina bu mantıkta dizayn edilmiş çalışma alanlarından oluşuyor. Müdür dahi aynı oda içerisinde tefrişat ile özelleştirilmiş bir köşede görev yapıyor. Birincisi zaten müdür ile göz göze çalışmanın verdiği sıkıntı var. İkincisi ise on tane birbirinden bağımsız adamla aynı ortamda iş yapmaya çalışmak. İki tane inşaat mühendisi, bir tane jeolog, bir tane memur, bir tane müdür, bir tane yazıcı, bir de ayakta gezen ve boş bulduğu bilgisayara çöküp facebook hesabına sign in yapan şoför. Birisi telsizle avazı çıktığı kadar bağırarak konuşurken, diğeri telefonda dert anlatmaya çalışır. O sırada beriki youtube'dan video izlemekle meşgûlken, öteki misafirlerine kahve ısmarlamış dedikodu yapıyordur. Gelsin kim iddia ediyorsa çalışsın bu açık ofiste. Bırak çalışmayı, rahat rahat bloguna yazı yazıp, birşeyler okumak bile mucize. Binaya baksan, şekil şemal tamam. Makyaj güzel, ofis mobilyaları, bilgisayarlar falan eksiksiz. Helaya giden bayanı izleyen erkek sayısı tarifsiz.
Vay ulan modern dünya. Aklı sıra ofisleri açık yaparak rüşveti engelleyecek, gizli kapaklı görüşmelerin önüne geçecek. Senin mantığına Kayserili mantı ustası Hatice Ana ossursun!

Nafile Yazı

Tansiyonum 22'ye yükselmedikçe futbol yazmıyorum. Cumartesi öğleden sonrası, beni bu yazıya iten bir zaman oldu. Araştırma görevliliği yıllarından çocuklar halı saha maçı teklif ettiler. "Oynarım ama tek şartla" dedim. Galatasaray'ın maçı ile çakışmaması koşuluyla uzun zaman sonra tozlu Nike kramponlarımı raftan indirmeye ikna oldum. Sol kanattan hızla rakip kaleye akıp, sağ ayağımın dışıyla topu sağa çekip, sağ iç plase ile kaleciye göre sol doksanı görmeyeli epey olmuştu. Bu fikir bile beni heyecanlandırmaya yetmişti. Ama önce şu İBB maçını kazanmamız gerekiyordu.
Bu maça kadar içimde hala ilk 4'e girebileceğimize dair bir umut vardı fakat gördüm ki o umut sahadaki topçularda yok. Hal böyle olunca bunun sebeplerini kendimce derinlemesine düşünme gereği duydum. Daha önce milli takım ile ilgili yaptığım gibi.
Aslında sezon başında tarihi bir sezon olacağı belli gibiydi. Kazandığımız maçlar da vardı Rijkaard gönderilmeden önce ama takımın oynadığı oyunda bir tuhaflık vardı. Bugüne kadar şahit olmadığım kadar isteksiz ve dağınık bir takımla karşı karşıyaydık. Garipliklerin ardı arkası kesilmiyordu. Artık dillere pelesenk olacak şekilde geçen sezonun ortasında gönderilen forvet yerine yazın transfer yapılmıyor ve Baros ile sezona girilerek adeta bile bile lades deniliyordu. İşin içinde kimlerin ne şekilde parmağı olduğunu tahmin edemediğim şekilde Baros sonrası forvet orijinli tek adam olan Batdal, kulübeye mahkum edilerek bu bölge için Pino, Kewell, Kazım, Arda gibi oyuncular deneniyordu. Yani forvet mevkii için, forvet dışında herkes kullanılıyordu. Takım içinde, transfer edilen oyuncuların hangi mevkiiler için alındığına da bir türlü karar verilememişti. Neill bazen stoper, bazen sağ bek, bazen de ön libero idi. Bir maçta yüzüne bakılmayan Serkan Kurtuluş, öteki maçta ilk onbirde, Aydın Yılmaz kendisine verilen son şans için sahadaydı. Yeni Hagi beklentisiyle alınan Misimovic evinde, Kasımpaşa'lı Yekta forvetin arkasındaydı. Sözün özü takım içinde olabilecek maksimum düzeyde bir karışıklık ve kaos hakimdi. Hoca dahil hiç kimse, bir sonraki hafta kimin sahaya çıkacağını, kimin kadro dışı kalacağını ve kimin hangi mevkiide oynayacağını bilmez haldeydi.
Takım içinde hal böyleyken, esas kaos yönetim anlayışında yatıyordu. Yakın geçmişi şöyle bir taradığımızda ortaya çıkan tablonun rastgeleliği, müthiş bir işbilmezliği ortaya koyuyordu. Skibbe ile başlayan sezon, Bülent Korkmaz ile devam ediyor, Rijkaard ile yapılmaya çalışılan devrim, Hagi'ye kalıyordu. Bu sırada takımda olan bir futbolcunun yerine kendinizi koymanız, olayın vahametini algılamak açısından çok yeterli. Bu sürecin tamamında takımda olan Ayhan, Sabri, Servet gibi oyunculardan biri olduğunuzu düşünün. Takımınızın başında Skibbe var ve oynamak istediğiniz oyun şekli belli. Kendinizi bu oyuna adapte ediyor ve konsantre oluyorsunuz. Sonra sezon içinde takımın başına getirilen Bülent Korkmaz'ın felsefesini sahaya yansıtmaya çalışın. Olmadı mı? Yeni sezona Rijkaard ile başlarsınız, bambaşka bir futbol oynamaya çalışırsınız ve bu futbol size sahada üstüste üç pas yapamaz halde olduğunuzu gösterir. O zaman Hagi gelir takımın başına ve mücadele edersiniz. Omuz omuza ve yıldırıcı katı futbol. Herkes koşacak. Şu 4 farklı hoca/4 farklı anlayış bile Sabri'nin beyin kanaması geçirmesine yeter de artar bile. Bu 4 anlayışın üstüste gelmesi ise tamamen tesadüf! Yani koca Galatasaray, birkaç adamın aklına nasıl eserse o anlayışı kopyalayacak ama sonra arkasında durmayacak ve yeniden anlayış değiştirecek. Kusura bakmasınlar ama bu kadarını en cahil taraftar da yapar.
Bu sezon, GS ile ilgili konuşup yazmak istemiyordum ama başta söylediğim gibi artık bu son maçta cinnet noktasına gelince ilk ve son kez birşeyler söylemek istedim. FB de şampiyon olursa tuz biber olmak deyimini kullanır ve buraları terk ederim.

25 Şubat 2011 Cuma

Arsızlık Olimpiyatları

Karışık bir matematik hesabıyla bir devlet dairesinde, üzerinde bostan korkuluğu dahi otursa müdür koltuğunun neden boş kalmaması gerektiğini anlatmaya çalışacağım. Pazartesi gününden bu yana bir seminer için yurtdışında bulunan müdür sayesinde görmediğim akrobasi, görmediğim sirk maymunluğu kalmadı.
Arsızlık olimpiyatları, müdürün pazartesi sabah bavulu ile ofise gelmesi ve beş gün için gidiyor olduğunu haber vermesiyle başladı. Bu haberi duyan ofisin 4x4 aracı, marş dinamosu arızası çıkartarak olimpiyat meşalesini yaktı. Bu sayede yurtdışından parça beklenildiğini söyleyen araç şoförü de beş günlük bir tatile çıkacaktı. Oyunların ilk gününde öğleden sonra saat 3'te kaybolan Kıvırcık, diğer günlerin habercisi gibiydi ve salı günü mesaisine de saat 10'da başlayarak kendi rekorunu kırıyordu. Başarılı performansını çarşamba ve perşembe öğleden sonra hanımının diş randevusu olduğunu söyleyerek ofisten ayrılmasıyla sürdürdü ve oyunları 3 gümüş ile kapattı. Mütemadiyen saat 9'da işbaşı yapan genç topoğraf ise, kendisine sunulan bu fırsatı kaçırmadı ve salı'dan itibaren derecesini 1 saat daha geliştirerek mesaisini 10-17 saatleri arası olarak düzenledi. Perşembe akşamından uçağa binerek İstanbul'a gitmesi de topoğrafya kategorisinde olimpiyat rekoru oldu. Aksak yazıcı, ilk sahnesini çarşamba günü aldı ve o günden bu yana henüz kendisinden haber alınamadı, muhtemelen olimpiyat ve dünya rekoru sahibi olarak pazartesi dönüş yapacaktır.
Daha önceki oyunlardan farklı olarak bu seferki oyun seyirci açısından pek bereketli geçmedi. Olan biteni izleyen, sadece cam göbeği renkli kazağıyla orta yaşlı bir mimardı.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çetrefil ile Alengir

Bu ikisinin olmadığı yerde huzur vardır. Bunlar varsa huzur yoktur. Ne yazık ki, şu zamanda bunlarsız bir hayat yoktur. En ufak aktivitede karşılaşma olasılığın yüksektir. Mesele, ne kadar tahammül edebildiğindir.
Hangi işe el atsan alternatiflerle karşılaşırsın. Öyle ya, seçenek boldur modern dünyada. Bu bölünmüşlükler, seni senden alır, dolaştırır kıvrımlı yollarda. Aklını kaybedersin, bir bakmışsın dolanmak için akla da ihtiyacın yok. Ne de güzel cilâlarlar bu korku tünelini değil mi? Siyah mı beyaz mı ikilemi bile insanlık için yeterince ağırken, nasıl başedebilirsin solid hatch rengi seçmek için açtığın renk skalası ile? Artık renklere isim yetmez olmuş, duvarının X905'e boyanmasını istiyordur müşterin.
Mail gönderecek olursun, attach butonu çalışmaz. Bunun flash'ı vardır, shockwave'i vardır, ama çıkamazsın içinden mail göndermekten bezdirir. Yazı yazarsın, Türkçesi senden iyi olmayan amirin yazıyı imla ve yazım kuralları denetiminden geçirir. Bir panel tv alayım dersin, Panasonic'te mühendis olacak kadar çok şey bilmen gerekir. Bilgisayara fotoğraf aktar, kabloyu evde unut. Aaaa bluetooth yok mu senin bilgisayarda? Dosya indir, rar password çıksın, ara ki bulaki. Yemek yiyecek olursun, sorarlar, şunlu mu olsun bunlu mu yoksa şundan da ilave etsin mi. Gömlek alacak olursun, o rengin o bedeni kalmamıştır, şu renk daha çok açar seni. Bunun gibi bir dolu zırva.
Hedefe doğrudan kuş uçumu gidilen herhangi bir aktivite kalmamıştır artık. Sadelikten ve iki noktadan tek bir doğrunun geçeceği gerçeğinden uzaklaştıkça huzurdan da o kadar uzaklaşırsın. Bu çetrefilli ve alengirli yollarda kaybedilen şey ise zamandır. Zaman.

22 Şubat 2011 Salı

Mimarın Zengini

Parasıyla mimar tutup işini yaptıran mimar, zengin mimardır. En son 6 yıl önce görüşmüştük. Yurtdışından yeni dönmüş, eski dostlarıyla tekrar karşılaşmış ve iş çevresini yeniden oluşturma çabası içerisinde olan asil bir bayandı. Aşırı zengin bir arkadaşının 70'li yıllardan kalma villasını yenileme işini üstlenmişti. Bana da işin teknolojik boyutunu halletmek kalmıştı. Anlaşmamız, eski projeyi ve üzerinde çalıştığımız eskizlerin son halini bilgisayara aktarmam şeklindeydi. İşin üstesinden gelebilmiştik çünkü hem O'nun adına hem de benim adıma önemli bir sayılabilecek çapta bir işti.
6 yıl sonra O'nunla bir pizzacı dükkânında randevulaştık. Pizzacı dükkânı O'nundu. Geçen zaman içinde gazetelerde röportajı yayınlanacak kadar ünlenmiş bir iş kadını olmuştu. Yoğun tempoda çalışan bir iş kadını. Üzerinde pizza dükkânının kurumsal ama kirli tişörtü ve polar sweati, kafasında kurumsal şapka, at kuyruğu şapkasının arkasından çıkmış, ellili yaşlarda bir mimardan bahsediyorum. Kendini tamamen pizzaya adamış bir İtalyan köylüsü duygusu ama kendini paraya adamış bir kapitalistin görüntüsü.
En küçüğünden bir pizza ısmarladım. O da acıkmıştı ve siparişi verirken "benimkini biliyorsunuz" deme ukalalığından geri durmadı. O'nunki dediği, sebze ve peynirlerden oluşan etsiz, sucuksuz, sosissiz şeydi. Yemeğimizi yerken, geçen 6 yılda neler yaptığımızdan bahsettik karşılıklı. Benimki sıradan, kronolojik ilerleyen bir hayattı. Master, askerlik, iş-güç, evlilik, çocuk. O ise adını bilmediğim şirketlerden, bağlantılardan ve pizza dükkânının hikayesinden bahsetti.
Artık bir şube daha açmak zorunlu hale gelmişti. Bu iş için de her ne hikmetse aklına ben geliyordum. Gecelere kadar şubeler arasında mekik dokuduğundan, yeni şubesinin mimari projesini hazırlamaya vakti olmayan pizzacı mimar, bu iş için beni arıyordu ilginçliklerle dolu sakin hayatımda. Şubeyi açmayı düşündüğü dükkâna göz atmak için masadan kalktık. Ben benim arabamla gitmeyi teklif ettim, O arabasının hemen şurada olduğunu söyleyerek üsteledi. 6 yıl öncekine göre ufak tefek değişiklikler vardı hayatında. Bunlardan birisi de 5.20 dizel motorlu bir BMW idi. Benim arabamla gitmediğimize sevindim.
Müşterinin bir mimar olması iyi midir yoksa proje süreci, okuldaki tashih süreci gibi mi olacak henüz bilemiyorum. Ama zengin bir mimarın parayla iş yaptırdığı bir mimar olduğumu biliyorum. Acep kaç para istesem?

18 Şubat 2011 Cuma

Boş Beleş Yazı

Engin Ardıç tarzı bir başlık oldu ama idare et. Lafı açılmışken bi küfür sallayabilirsin şişedibi liberale. Gerçekten de son birkaç gündür, belki de uzun zamandır günlerimi tanımlayacak en isabetli kelimelerden birisi "boş beleş".
İşyerinde hep boş beleş işler. Mimar olarak öyle bir birimde görev yapıyorum ki, görevim yapmak değil, yıkmak. Bundan hunharca zevk alan mesai arkadaşlarım var. Başkalarının yaptıklarını yıkıyoruz (destroy, but not washing). Bitirmek için saatleri saydığımız şu haftada, Adana'nın sembol yapılarından birini ortadan kaldırdık. Çirkin mirkin, fakat sembol diyorum. Çocukluğumuzun köprüsü artık yok. Elveda Atilla Altıkat (Atilla Zeminkat özneli duyarsız espri de yaptım hatta). Müdürümle birlikte benim sicil raporumu doldurduk. Çok çalışkan, kararlı ve başarılı bir personel olduğumu düşündüğünü öğrendim. Bir de kendi kendime not versem neler olurdu oysa.
Ev desen farksız. Benim maçlarım ile hanımın dizileri arasında kıyasıya rekabet ligin son haftasına kadar devam edecek gibi görünüyor. Bonus ise bizim ufak prenses. Ayakları üzerinde durmaya başladığından bu yana evin içinde bir Tazmanya Canavarı etkisi hakim. Mutfağa bile çaktırmadan giriyoruz. Mutfak dedim de, geçen sene Çorum'dan gelen dışı çikolata kaplı leblebi poşeti ile, geçen ay Çorum'dan gelen dışı çikolata kaplı leblebi poşetini çöpe attım. Bu kararı vermemde geçen seneden beri miktarında azalma olmayan dışı çikolata kaplı leblebiler önemli ol oynadı. Sanırım bir ömür boyu da canım bunlardan yemek istemeyecek. Klasik beyaz olsa belki rakı ile.
Favori bahis kuponum üç maça beraberlik şeklindedir genelde. Dün akşamki uefa maçlarında sayıyı beşe çıkartarak heyecanı arttırmak istedim. Bu kez de üç beraberlikte kalarak, hüsran arşivime bir kupon daha eklemiş oldum.
Kuzey cepheli bir ofiste çalıştığım güneşli bir şubat cumasında ise öğle arası meşhur bir pizzacıdayım. Yemek için değil. Şehirdeki yeni şubesinin inşaatını üstlenmek adına ön görüşme.
Şöyle aşağıdan yukarıya tekrar baktım da, harbiden yaptıklarım da yazı da çok boş beleş lan.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kıro-fesör

"Sorunun odağında kadın var. Sen dekolte giyinirsen, bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değil." demiş güzel ülkemin akademik kariyerinde zirve yapmış muhteremlerinden birisi.
Konu üzerinde fazla bir analiz yapıp ne çenemi yormak istiyorum ne de sizleri tekrara sokmak. Ama içimden geçenleri de söylemeden geçersem, bir önceki yazıya haksızlık etmiş olurum.
Ey bürokratik dünyada "profesör" olarak adlandırılan ve adının önünde Prof. kısaltmasını kullandığın şebelek, ey kampüs içinde 1400 sene evvelinden kalmış beyninle yaşamını idame ettirebilen yaratık! Senin aldığın o unvanın üstüne mart danaları sıçsın. Gözlüğüne maymunlar işesin, bıyığına lamalar tükürsün. Tipine sırtlanlar gülsün, beynine ornitorenkler hayretler içinde kalsın. Sana ulemasın diye danışanlar dizanteri olsun da heladan çıkamasın. Üstünde emeğin olanlar, senden beter olsun. Okuduğun kitaplar rulo olsun. Aldığın maaş, oturduğun lojman öte tarafta tecavüzcülerinin olsun. Bu yazı hafif kaldı diyenler yanıma buyursun.

Sen, Ben, O

Cehalet, vurdumduymazlık, tahammülsüzlük, sorumsuzluk...Dolap çevirme, ketenpere, kuyu kazma, iş çevirme...Hile, yalan, açgözlülük, ego...Adamsendecilik, nemelazımcılık, empati kuramama, keseri kendine yontma...Okumama, ama herşeyi bilme, hafife alma, es geçme...Vefasızlık, merhametsizlik, adaletsizlik, aşırı gerçekçilik...İş bilmeme, kayırma, ayartma, çıkarcılık...Geçiştirme, yarına bırakma, savsaklama, eline yüzüne bulaştırma...Patavatsızlık, yersizlik, ayarsızlık, terbiyesizlik...Şark kurnazlığı, cinfikirlilik, fırsatçılık, saman altından su yürütmek...Sömürme, şov, reklam, maske...Kıskançlık, çekememe, aşağı çekme, çelme takma...Savaş, cinayet, ihanet, gaflet...Para, para, para, para....

8 Şubat 2011 Salı

Kirpi

At üstünde 3 günlük yolumuz var. Kara kışın bastırdığı bu dönemde pek istemesem de bu yolu çekmem lâzım. Yolda ihtiyaç duyacağımız yiyecekleri bir gün önce hazırladı güzel eşim. İçim hiç rahat değil. Bu yolculuk beni huzursuz ediyor.
Yol üstünde benim çocukluk arkadaşım Kirpi var. O'nu evinden alıp devam edeceğiz yola. Hasta annemi de yanıma alıp üç kişi ile Kirpi'nin evine uğruyoruz. Kirpi'nin annesi ile annem de çok iyi dostlar. Savaş zamanı birlikte sığınaklarda canlarını dişlerine takmışlar. Kısa bir hâl hatır sorma faslından sonra Kirpi'yi görmek için içeri giriyorum. Son zamanlarda hep gördüğüm gibi. Solgun, sapsarı bir yüz, kırmızı göz yuvaları, kirli sakal, genç yaşında beyazlamış saçlar. Oysa bundan 12 yıl önceyi çok net hatırlıyorum. Bitmek bilmez bir enerji ile şehrin tozunu attığımız günler. Artık eskisi gibi değil.
Bu yolculuk için Kirpi çok ısrarcı. Bense O'nun evde kalmasını ve anılardan bahsederek bize veda etmesini istiyorum. Ağır yolculuğu kaldırabileceğine gözüm kesmiyor. Annesinin gözlerine bakıyorum. Yapacak birşey yok der gibi. Eşimi ve annemi, Kirpi'nin annesine emanet edip, Kirpi'yi sırtıma alıyorum. Aşağıya kadar indirip atımın sırtına bindirene kadar nefes nefese kaldım bile. Kirpi eskisinden çok daha ağır bu hastalıktan sonra.
Kasabamızda insanlar cahil ve kaderci. Ben bu hastalıkların yaşadığımız savaşla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bilmediğimiz bir güç ile saldırdılar bize. Erken ölüyor artık insanlarımız. Ölmek kurtuluş. Kirpi gibi olmak ise dehşet verici. Geçen yıla kadar Kirpi gibi olan ama tekrar iyileşen bir çocuk var. Sanırım Kirpi'nin yolculuk için inat etmesinin sebebi o çocuk. Ama bir başkası daha yok. Umutsuzum.
Yol beklediğimden daha kolay neyse ki. Gündüzleri yol alıp, geceleri tipinin bastırdığı zamanlarda konaklayacak bir yerler ayarlıyoruz. Üç gündüz yolculuğu ile Kirpi'nin istediği köydeyiz işte. Mutlaka o çocuğu görmek istiyor. O'nunla tanışmak. Köye gelmek istemememin bütün bunların dışında bir sebebi daha var. Bunu sadece kendime itiraf edebiliyorum: Laz! Karşılaşmayalı yıllar oldu belki de. Birbirimize olan öfkemizde zerre kadar azalma olduğunu sanmıyorum. O da benim gibi düşünüyor. O yüzden artık birbirimize uzağız. Ama ben Kirpi için kuralı bozmak zorundayım.
Çok iyi tahmin ettiğim gibi Laz daha köyün girişinde kesiyor önümüzü. Pisliğe bulaşmaya niyetim yok. Kirpi'nin dileğini yerine getirip evimize dönmek istiyorum bir an önce. Laz'a bunu anlatmaya çalışıyorum. Nasıl ben anlamayacaksam O'da anlamıyor. Artık Laz'ın esiriyiz. Etrafında 20 kadar adamı var. Bir emirle, Laz'ın bizi istediği şekilde öldürebilecek 20 adam. İçlerinden birisi topallayarak yürüyor, elleri çarpık ve ağzı sola kaymış. Laz'ın ne işine yarayacak bu adam diye düşünüyorum. O sırada Laz, Kirpi'yi farkediyor. Hasta olduğundan daha önce haberi olduğunu sanmıyorum ama Kirpi'yi bu halde görünce mutlu olduğunu hissediyorum. Az çektirmedik zamanında bu pisliklere. Kirpi benden çok daha acımasızdır.
İyileşen çocuk, Laz'ın eski adamlarından. Artık kendi köşesinde sakin bir hayatın peşinde. Tüm olanları unutmuş, yaşamanın tadına varmaya çalışıyor. Becerebiliyor mu bilmem. Bu çocuğun iyileşmesinde Laz'ın parmağı olduğunu söylüyor köylüler ne zamandır. Ama o gerizekâlı, herhangi birinin yaşaması için kılını kıpırdatmaz.
Ne kadar dil döksem de Laz beni bırakmıyor ve bana inat Kirpi'yi salıveriyor. Bunun bana acı vereceğini çok iyi biliyor. Kirpi bu halde on dakika bile yürüyemez. Ama O'nun kararlılığı ve inadı kimsede yok. Göz göre göre ölüme gidiyor. Benim çaresizliğim ise Laz'a meze olmuş durumda. Uzun müddet etrafımda dönüyor adamları. Laz hiç konuşmuyor, birisinden haber bekler gibi sanki. Topallayan adam dahil hepsi keyif içinde salyalar saçarak bana bakıyorlar.
Üç defa aralıklı şekilde çalan ıslık, hepsini harekete geçiriyor. Zamanında bizimle çarpışırlarken geri çekilmek için de aynı ıslığı kullanırlardı. Beni iyice bağladıklarına emin olduktan sonra toz oluyorlar. Önce Kirpi'yi gönderdiler, sonra arkalarından kendileri. Ben ellerimi bile oynatamıyorum. Eski esnekliğimde olmasam da bu lanet düğümü çözmek yaklaşık yarım saatimi alıyor. Hemen Kirpi'nin gittiği tarafa doğru koşuyorum. O çocuğun evini tam olarak hatırlamasam bile geçtiğim yollar yavaş yavaş bana tanıdık geliyor ve bulabileceğimi sanıyorum. Bir yandan da haykırıyorum. Kirpiiiiiiiii!
Buldum o çocuğun evini. Üç katlı, taş bir bina. Dalıyorum içeriye hemen. Giriş katı soğuk, karanlık ve sessiz. Sesleniyorum. Kimse yok. Üst kata çıkıyorum, bir üste daha. Kimse yok. Birilerinin yaşadığına dair herhangi bir işaret de yok. Tekrar sesleniyorum. Kirpi? Yok.
Aşağı iniyorum hızlı adımlarla. Hemen sol tarafta derme çatma bir kulübe var. İçeriden bir ışık sızıyor. Merakla koşuyorum kapısına doğru. Laz'ı görüyorum. Arkası bana dönük. Anlam veremediğim bir telaş içerisindeler. Topallayan adamı bir taşın üzerine yatırmışlar. Birisi elinde neşter ile ayakta. Topallayan adamın kasıklarından göğsüne kadar derin bir yarık açılmış. Işık, topallayan adamın içinden yayılıyor. Kirpi? diyebiliyorum sadece. Laz yüzünü bana dönmeden cevaplıyor. "İyi olacak".
Neler döndüğünü anlamaya çalışarak, kafamı o çocuğun evine doğru kaldırıyorum. Kirpi çatıda. Kapüşonunu kafasına geçirmiş bana bakıyor. Kirpi diyorum sevinçle. Gülmüyor. Sadece bana bakıyor. Anlıyorum. Yapma diyorum çaresizce. Yapma!!!


7 Şubat 2011 Pazartesi

Mülkün Temeli

Yaklaşık 2 ay önce elime tutuşturulan bir çağrı kağıdı ile 4 Şubat günü tanık olarak mahkemeye davetli olduğum bildirilmişti. O an beni panikleten bu durum, sürenin 2 ay olduğunun farkına varmamla, yeterince gevşememe ve "yeeaaa 2 ay var daha" moduna geçiş yapmama sebep oldu. Fakat sayılı gün çabuk geçerdi bu ülkenin bilge insanlarına göre. Öyle de oldu. 3 Şubat günü, dava konusunu idrak etmek ve tanık olarak neler anlatabileceğimi tasarlayarak geçti. Kolay değil, 30 yaşının ortalarında, kendi halinde bir insan olarak ben, çoğunluğun Adana denildiğinde akla ilk gelen imgesi olan "Adana Adliyesi" ile ilk kez yüzleşecektim. Bu durum, kendimi "bir bok" olarak hissetmemi sağladı kısa süreli de olsa. Davetliler arasında bizim bölümden bir mühendis arkadaş da vardı, smokinlerimizi giydik ve limuzine binmek için otoparka indik, inmedik. Yaya vaziyette adliyeye doğru seyirttik. Devam eden kavşak inşaatı, smokinlerimizde epey toz bıraktı, bırakmadı. Bildiğin günlük kıyafetlerle adliye kapısına dayandık. Giriş kapısında polis memuru bizi okşarken, ben herhangi bir gazetenin üçüncü sayfasına haber olmamak adına etrafı kolaçan etmekle meşgûldüm. Olası bir kaza kurşunundan kendimi korumak için de, kendimi esnekliğim konusunda motive ediyordum. "Adliye koridorları" diye bir tabir var gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var? derken, esaslı bir dolambaç ile bilmem kaçıncı asliye ceza mahkemesinin önündeydik. Evet bizim davanın görüleceği yüce mahkemenin duruşma salonunun önünde mübaşirin avazının çıkmasını bekliyorduk. Son derece hatalı işçilikle döşenmiş, bit kadar parçacıklı cam mozaikten koridorlar, duruşma salonunun önündeki kalabalık, cübbeli baylar, bayanlar. Sanırsın ki memleket işi gücü bırakmış, birbirini dava etmekle ve sonuç alamamakla uğraşıyor. Bu hissi hastanelerde ve tapu dairesinde de yaşayabilirsin. Bütün ülke hasta ve muayene olmaya gelmiştir veya bütün ülke ev-arsa alıp satmaktadır.
Stresli bir bekleme sürecinin ortasında, bizim kurumun avukatını cübbe ile görmek biraz rahatlatmıştı beni ve cübbenin kolundaki yeşil rengin bir anlamı olup olmadığını, cübbenin neden siyah renk olduğunu düşünecek kadar vakit bulmuştum. Duruşma salonunda başka bir dava devam ederken, bizim avukat hanımın zırt-pırt içeri girip çıkması, bizim davayı öne aldırmaya çalıştığını söylemesi, mübaşirin seslenmesi ile yanıbaşımızda bekleşen insanların içeri girmesi ve 5 dakika sonra geri çıkması bazı şeylerin şekillenmesinde rol oynamaya başladı. Ancak başrol elbette hakimdeydi. İçeri girene kadar varlığından bihaber olduğum adalet sağlayıcısı. Başka bir zamanda yaşasak, demokratik yöntemlerle bu işi becerebilmesi imkansız olan insan. İsmimiz okunup, içeri girince yüzleştim bu ulu kişilik ile. Bugüne kadar ulu bellediğim bu makam ile. Bu arada mübaşir de bildiğin tırt. İnsanın sesi gür olur biraz. İşinin hakkını ver aslanım.
"Bildiğini dosdoğru söyleyeceğine namusun ve vicdanın üzerine yemin ediyor musun?" ile başladı iletişimimiz. "Evet" dedim, içimden de bu kısa ve net cevabın yeterli olup olmadığını geçirdim. Yemin sırasında ayağa kalkan herkes, sorun yokmuş gibi yerine oturduğuna göre yemin işi tamamdı. Bu kısa boşlukta mekana göz gezdirdim. Davaro'daki o ihtişamlı mahkeme salonuna pek benzemiyordu. Bizim evin salonundan daha küçük bir salon tıkış tıkış bir kürsü, benim tanık olarak bulunduğum şu kafesimsi bölüm. Karşılıklı oturan cübbeliler. Yavan bir mekan. Dava konusunu kısaca okuduktan sonra "anlat" komutunu veren adama "malı Arap Faik'ten alıyorum" deme gafletini göstermedim elbet. Önceki gün çalıştığım gibi masalımı anlatmaya başladım. En can alıcı yerinde "yeter" demesin mi! Ulan daha olayın nasıl olduğunu bile söylemedim ki! "Adresini söyle" dedikten sonra artık daha fazla birşey anlatamayacağıma hayıflanarak iş adresini söylemeye başladım. "Adana zart zurt kurumu, cart ve curt daire başkanlığı" dedim ve lafım kesildi "vaaaayyyy Adana'da cart ve curt da varmış öyle mi?" devam ediyorum "zırt ve pırt şube müdürlüğü" hop! "bak baaaaaak, bir de zırt ve pırt şubesi, sanki bana çok iş yapıyorlar da bir de şubeleri var. Allah bilir şimdi bir de tek katlar grubu ve çift katlar grubu diye ikiye ayrılırlar. Tamam çıkabilirsin". Olayın geri kalanını, sanırım benden sonra içeri giren mühendis arkadaşımdan dinlediler. Fakat, olayla ilgili, herhangi bir sorumluluk duygusu, karar verebilecek yeterlilikte olmak adına olayı anlamaya çalışmak, adil karar verme yükünü taşımak ve işini ciddiye almak adına herhangi bir belirtiye rastlamadım. Üzerinde, günde 850 tane davaya bakmanın bırakmış olduğu yalama olmuş vida dişi hali vardı. Belki de gününü geçirebilmek için, davalı-davacılarla ve tanıklarla türlü şaklabanlıklar yapma ihtiyacı hissediyordu. Oysa ben tüm haşmetiyle bıyıklı bir Hulusi Kentmen modeliyle karşılaşmayı bekliyordum. Tam bir düşkırıklığıydı içeriden çıkarken yaşadığım. Kapıda karşılaştığım yumuşakça ise kendi derdindeydi. "Afedersiniz, ben bir mübaşir arkadaşımı görmek için İstanbul'dan geliyorum da, mübaşirlerin olduğu oda neresi?"
Demem o ki, içimde kaldı bu şaklabanlığa cevap veremedim. Bu hissi, daha önce yaşadığım tek bir yer vardı. Yapanlar bilir : Askerlik. O yüzden sana sesleniyorum ey hakim efendi! (Ahmet Çakar mode) Senin vereceğin kararın da, senin sağladığın adaletin de, senin baktığın davanın da, senin espri anlayışının da. Grup Anemi'den gelsin. Ta A.K.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Adi Adım

Şu yeme içme konusunda gaza getiremediğim insan yok. "Ben acı sevmem" diyen hımbıl, karşımda otursun, nasıl çiğ köfte yiyorum 2 dakika seyretsin, "acılı şalgam da ne iyi gider ha bunun yanında" demeye başlar. Türk ordusunun kurmay yarbayını bile dize getirmişliğim vardır.
Askerde bu kurmay yarbayla aynı masayı paylaşırdık. Masasının bir ucunda, monitörü kendime çevirmiş halde ben oturur autocad ile cebelleşirken, O da diğer kenarında gazetesini okurdu. Öğle içtimalarından dönüşte ofisimde 5 çayı için (bkz. bir onbaşının anıları) abur cuburu yüklenir, kamuflajın yan ceplerinden mümkün mertebe faydalanırdım. Buz gibi kola ve hamburgeri bile sağ ve sol yan cepte paylaştırdığım günlerim oldu. Koca koca heriflerin abur cubur için sıraya girdiği başka bir zaman ve mekan olmadı zaten sivil hayatta. İçeriyi 20x20 cm.lik pencereden görmeye çalıştığın bir kantin, sırada ne alacağını bilmeyen şaşkın Türk askeri, sırası kendine gelince "bana ııııııı bir kakaolu canımbenim, bir tane de ıııııııı yumiyum" diye geveleyerek, bu abur cuburların isimlerinin saçmalığına işaret eden çavuşlar. Hey gidinin paraşütçü komandosu. Lafı çok dağıttım, askerlik değildi maksadım. Yine günlerden böyle bir gün, ben abur cuburlarımı yüklenmiş tıngır mıngır ofise...Oturdum hergünkü gibi çizim yapıyor ve Mezzanine dinliyorum. Saatler 3'ü gösterince yan cepleri yokladım. O zamanlar favorim, reklam olmasın muzlu pop kek ve çilekli kekstra. Bu isimleri ezbere bilmekten bile utanıyorum. Daha goffy ve benimo var ama neyse. Çıkardım kekleri yemeye başladım kurmay yarbay gastesini okurken. "Asker!". "Emret komutanım". "Oğlum git kantine bana bir ııııııı pop kek, ıııııı bir de kekstra al". Arada bu ıııııı'lar sırasında benim ambalajların üzerindeki isimleri okumaya çalışıyor adam. Getirdim siparişlerini ve kurmay albaya kekstra yedirdim. Evde çocuğu "baba bana kekstra al" dediğinde neler hisseder bilemiyorum.
Bu anlattığımı bana hatırlatan ise, sabahki hadise. Her sabah istikrarlı bir şekilde, aynı saatte aynı unlu mamul dükkanında, aynı kuyruğa girerim. Bu sabah da arabayı park ettim, karşıya geçtim. Ne seçeceğimi önceden belirlerim. Tezgahın önüne gelince çok beklemem, sadece seçeceğim ürünlerin iyi pişip pişmediğine bakarım ve davranırım. Elime maşayı aldım, bir peynirli, bir patatesli, fırında yufka böreği. Bir de Ankara simidi. O sırada iyi giyimli fakat kararsız bir bıyıklı, elinde maşa ile tepsilerin arasında bir o yana bir bu yana gitmekle meşgul. Ben börekleri alırken, bana bir bakış attı ve hemen arkamdan böreklere yöneldi. Yüzümde hafif bir gülümseme, yarbayımı selamladım, "geriye dön!"düm ve arabama doğru "adi adım".

27 Ocak 2011 Perşembe

Üzgünüm


Sad but true. Yaklaşık 2 saat önce kendisi ile özel bir mekanda buluştuk ve ben ona acımadım. İstediği de buydu zaten. Yukarıdaki, onun son kez görüntülendiği an.

Klasörizm

Ofiste herkesin önünde bir bilgisayar var çok şükür. Bundan 15 sene önceki gibi değil ortam. Yazışmalarını, haberleşmelerini, çizimlerini falan bu aletle yapıyor çalışanlar. Arşiv anlayışına da ayrı bir boyut getiriyor varlıkları. Eskisi gibi metrekarelerce mekan, bu amaçla kullanılmıyor. Kapasiteleri genişleyen hard diskler, içine dünyaları alabiliyor belgenin türüne göre. Olur ya, insanlık hali bazen insanlar birbirlerinin bilgisayarlarından bazı dosyalara ihtiyaç duyabiliyorlar. Gel gelelim, kargaşa tam da bu noktada başlıyor. Yeter ki Ahmet'in bilgisayarında olan bir dosyaya ihtiyaç duyma. Ahmet o sırada dışarıda. "Alo Ahmet, bizim şu bilmemnerenin projesi senin bilgisayarındaydı, ondan bir çıktı lazım, dosyanın yerini söylesene". "Abi bi bakıver ya benim pc'ye, tam hatırlamıyorum". İşte burada kaldır kendini at beşinci kattan aşağı. Normalde bu tip ofislerde arşivleme, her an, herkesin herşeye ulaşabileceği şekilde yapılmalıdır. Ancak genelde karşılaştığın durum, dosyaların sahibi tarafından bile bulunmaması için, bizzat sahibi tarafından yerin yedi kat dibine yollanması şeklinde tecelli eder. Klasörler arasında salon danslarından resital sunarsın. Klasör isimleri seni o duvardan alır bu duvara vurur. Projeler. Aç. 2010. Aç. Bilmemnere. Aç. Revizyon? Çıktıya hazır? Son? Yine son? En son? Mehmet'ten gelen? Koltuğa bırak kendini. Gevşet kravatı. Ahmet'i düşün. "Boş" diye klasör var yemin ederim. Boş ney lan? Açıyorum içini harbiden boş. Dosya boyutu? 0 kb. Ama orada duruyor. Adı da "boş". Bir yazıya ihtiyaç duyarsın. "Yazışmalarım" klasörünü açarsın. Altında, yılına ve gittiği kuruma göre tüm yazılar güzel arşivlenmiş. Tam senin ihtiyaç duyduğun kuruma ait yazışmaların olduğu klasörde başka başka isimlerde başka başka klasörler. Vay anasını arkadaş ya. Klasörün sırtına içinde ne olduğunu yaz, delgeçle del belgeyi, evrakı. Tak klasöre. Klasör dediğin mavi olur. Sırtında da sırtlık olur. Sarı sarı klasörler! Ömür törpüsüsünüz olum. Sonra biz ilkel oluyoruz.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Aksimetre

"Babaanne, torunun küfrediyor" diye şikayet etti kuzenim beni. Aldığı cevap "hadi oradan, herkes küfreder o küfretmez" şeklindeydi. İnsanların beyninde öyle bir imaja sahibim ki, bu kalıplaşmış düşünceleri ve hakkımdaki önyargıları yıkmak imkânsız. Adım söylendiğinde akla beyefendi, centilmen, zeki, kibar gibi sıfatlar geliyor kahretsin. Ama ne menem birşey olduğumu bir de hanıma sor istersen. Esas O var işin içinde. Ne zaman böyle bir adama dönüştüm bilmiyorum. En son hatırladığım yıl 2002 gibi geliyor. Sonrasında 8 yıl geride kalmış. O bahsettiğim beyefendi de 8 yıl geride adeta. Tek başıma yaşadığım öğrenci evimde, astığım çamaşırlara ev kadınları hayran kalır, bulaşık tezgâhım bir gün olsun kirli tabak ve bardak barındırmazdı. Şimdi ise genelde sakin, sessiz, soğukkanlı ama zaman zaman da inanılmaz aksi, inat, küfürbaz, bağıran-çağıran birisi oldum çıktım. Bunların sorumlusu sanırım iş hayatı dedikleri kısım. Zaten ömrün ilk 25 senesi kendinin farkına varmak ve okula gitmekle geçiyor tam adapte olmuşken arkasından bu zıkkım başlıyor. Buradan bakınca öğrencilik gibisi yok. O zaman da bir okul bitse de mimar olsak. Öyle bir his var ki içimde yüksek lisans bittiği gün emekli olmam gerekiyordu sanki diye düşünüyorum. Benim iş hayatına dair tüm motivasyonum, işe ilk başladığım gün kayboldu adeta. Benim gibi bir uysalı, bir canavara dönüştüren sadece 8-9 yıllık iş deneyimi. "Dünyanın en hızlı laf sokan adamı"na dönüşüyorum yavaş yavaş. Ağzımdan zorla laf çıkarken, şimdi altta kalanın canı çıksın diyorum. Cahile olan sabrım giderek azalıyor. Görgüsüze tahammül edemiyor, kralına eyvallahım yok diyorum.

21 Ocak 2011 Cuma

Yönetim Kurulu Toplantısı

Çarşamba günü saat 20:30'da olacağı, asansörün çağırma butonunun üzerine yapıştırılmış bir yazı ile ilan ediliyordu apartman sakinlerine. Yönetici, daha önceki toplantılardaki düşük katılımdan rahatsız olmuş olacak ki, bu sefer toplantı yer ve saatini bildiren yazıyı adeta insanların alnına yapıştırmıştı. Her defasında gün ve saati okumak, genç mimarda zoraki bir sorumluluk duygusu oluşturmuştu. O toplantıya gitmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Yeni aldığı evine taşınalı yaklaşık 6 ay olmuştu. Aylık yapıldığı söylenen toplantılardan hiç haberi olmamıştı ve bu yüzden kendini mi yoksa başka birilerini mi suçlaması gerektiğini bilmez haldeydi. Nasıl olsa insanlar geç gelir diye düşünse de, tam saatinde toplantı yerinde olmak için evden çıktı. Toplantı, giriş katında, çocukların bisiklet park yeri olarak kullandığı yönetim kurulu odasındaydı. Odanın girişine yığılmış olan bisikletler, apartmandaki çocuk sayısına işaret ediyordu. Ne kadar da çoklardı. Acaba onların enerjisini bir şekilde elektriğe dönüştürebilseler, aidatları biraz daha ucuza getiremezler miydi? Bu düşüncelerle odaya girdi. Hiç beklemediği şekilde içeride yanan elektrik sobası, odayı adeta bir fırına dönüştürmüştü. Aksi düşünce ile giydiği kalın montunu çıkartıp kucağına aldı ve içerideki birkaç kişiyi selamlayıp, sandalyesine oturdu. Kısa bir beklemenin ardından daha fazla kişinin gelmeyeceği düşüncesi ile başkan, toplantıyı açtı. Odada toplam 6 kişi vardı ve bu 6 kişi, 24 daireli bir apartman için kararlar almanın eşiğindeydiler. Gelmeyenler, ya alınan kararlara uyacakları için ya da bildiklerini okumaya devam edecekleri için gelmemişlerdi. Yine de içeride anlaşmazlık ve uyuşmazlık için yeterince insan vardı. İki, bilemediniz üç tanesi bunun için yeterliydi bile. Başkan toplantıya şık bir takım elbise, gömlek ve parlak kravat ile katılarak, ciddiyetini ifade etmeye çalışırken, pek sakin olmasa da ikinci kat sakini pijamaları ile ortamı nötrlemeyi başarıyordu. Herbiri ayrı bir alem olan bu 6 insan, başkan tarafından belirlenmiş gündem maddeleri üzerinden anlaşmazlık, tıkanıklık, karar alamama, empati kuramama, bencillik, haddini bilmeme ve çelişki konusunda dersler veriyordu. Aidatın yükseltilmesine pek sıcak bakmayan pijamalı sakin, apartman görevlisinin elektrik faturasını ödemeyi teklif ediyordu. İkinci asansörün açılmasını istemeyen beşinci kattaki, güvenlik kamerası takılmasını öneriyordu. Aylık ödemeleri yetiştiremediğini söyleyen başkan, giriş holüne gizli ışıklı asma tavan yaptırıyordu. Bütün bu konuşmaların satır aralarında, mimar olduğunu öğrendikleri yeni ev sahibine usûlen danışmayı ihmal etmiyorlardı. "Siz mimarsınız, iyi bilirsiniz" diğerlerinin yanında, kendini haklı çıkarmanın açılış cümlesi idi. Geçen yaklaşık bir buçuk saatlik süreçte, diğerinin istediğine karşı çıkma, kendi istediğini körü körüne savunma ve arada genç mimara danışma dışında pek de farklı bir şey yaşanmamıştı. Hiçbirşey olmamış gibi -pek de birşey olmamıştı sonuçta- birbirlerine iyi akşamlar dileyen bu 6'lı evlerine dağılırken, mimar kendisine bir defa daha itiraf ediyordu : İnsansız bir dünya.

18 Ocak 2011 Salı

Memur-Cacık

Okula ilk başladığım yıllarda bu mesleğin kamu kurumlarında da icra edilebildiği pek aklıma gelmezdi. Benimle birlikte arkadaşlarım da bir ofis hayali kurar, şehrin görüntüsünü toptan değiştirme gücünü kazanacağımızı zannederdik. Kazın ayağının öyle olmadığının anlaşılması, mezuniyetle birlikte gerçekleşti. Oradan oraya savrulan hayat, sonunda memuriyetle dinginleşti. Burada kalır mı orasını bilemem. Bu camianın içine girince, her tarafta o kafandaki "eski" memur imgesinin dolaşacağını zannedersin. Kollarına kolçak geçirmiş, gözlüklü, ağır hareket eden tipler. Gerçekten de aralarında tarihi eser olanlar varsa da, devlet daireleri salt bunlardan oluşmuş değil. Son yıllarda sınavla işe giren genç dimağlar, profili yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor. Tamamı değil tabi. Aralarında "Eski" düzene kolay adapte olabilen yaşı genç "eskiler" de var. Geri kalan kısımda ise enteresan özellikler farketmek mümkün. Benim çalıştığım kuruma aynı anda 90 tane memur alındı yaklaşık 1 yıl önce. Bu 90 kişi kuruma 17 yıl sonra alınan ilk devlet memurları unvanını da kazandı aynı zamanda. O yüzden, eskiler, yeniler ve yeni-eskiler gibi bir durum söz konusu. Eskileri kısaca tanımladım, görünce anlamama şansın yok zaten. Babama "memur" dediğinde ne anlıyorsa onun resmi işte. Bunların manifestosu "ineğin süt verse de vermese de çitilin doluyor". İşte bunu hemen idrak edip uygulamaya koyanlar biraz eski-yeniler. Eskilerden farkları, takım elbiseleri Süvari'den, Kiğılı'dan. Biraz iş hayatına memuriyetle başlamanın etkisi, biraz da uzun süre işsiz beklemenin. Bordroları önemli. Her ay mutlaka isterler. Tahmin ediyorum birkaç sene içerisinde bu işten sıkılacaklar bordroda sürpriz görmedikleri için. Eskilerle çok çabuk samimiyet kurarlar. Öğle araları birlikte pişti oynamaya gidenler, banka faizlerini birlikte irdeleyenler, 22 yaşında siyaseti içmiş olanlar. Mesai arkadaşlarının işleri gerçekten zor.
Bu eski-yenilerden işe başlama tarihi olarak değil de zihinsel olarak ayrılan yeniler var bir de. Bir kısmı gelmeden önce evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış. Bir kısmı bekâr, yeni gelen genç kız potansiyelini hesaplıyor. Daha önce başka işlerde çalışmış, bir şekilde yolu buraya düşmüş insanlar. Aralarında chillout, psychedelic dinleyen de var, her sabah istisnasız "ellerin kadınısın" dinleyen de. İşe girmeden at kuyruğunu kestirip, topsakalını kestiren de var, "sayın müdürüm" şeklinde işe başlayan da. Devlet dairesinin genel yapısı pek umurlarında değil. Çabuk esip gürleyen bir tarzları var. Bürokrasi tahammül edilemez. Bunlara göre, yetki verilse devleti düzlüğe çıkartırlar. Eylemden çok konuşmayı severler. Akıllı olduğunu sananlar, siyasi sohbetlerden uzak durur, uzak durur, uzak durur. Sonunda ulaştığı mertebe, korkak piyonluktur. Başkasının işine karışmayı sevmezler, verilen görevi sessizce yerine getirip fazla iş yükü almadan akşamı getirmek isterler. Bu şekilde uyanıklık yaptıklarını zannederler. Koca hayat gelip geçmektedir bizim uyanık bihaber iken. İnternetle araları iyidir. İyidir derken, kendi işlerini görecek kadar. Download, chat, facebook falan işte. 4gb ram lâzımdır bunlar için. Öyle yazar talep formuna. Takım elbisenin tüm ayıpları örttüğü gibi bir yanılgıları vardır daha önce pek giymedikleri için. Oysa en fazla fiziksel ayıpları örtebilir o elbise. Nezaket, görgü, saygı, dile hakimiyet vs. sahiplerinindir. İşi biraz olsun çözmüş olanlar, halihazırda yaklaşık yılda 140 gün olan izin süresini türlü bahanelerle artırmasını çok iyi bilirler. İş ne kadar uzaklıkta ve ne kadar uzunlukta olursa olsun saat öğlen 12'de ya da akşam 5'te biter.
Velhasıl-ı kelam bu yeni memurdan da cacık olmaz eskisinden olmadığı gibi. Tiz istifa edile.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Yuh

Sen 40 bin kişinin önünde bu lafı edeceksin, ondan sonra sağda solda haddini aşan laflarla birilerine saldıracaksın. Kusura bakma kardeşim. Alacağın cevap, en hafifinden 40 bin kişilik yuhalama olurdu, onu da aldın zaten. Daha fazlasının olmadığına dua et. Daha fazla rezillik çıkmadığı için şanslısın. Sinan Erdem Spor Salonu'nda ne olduysa TT Arena'da da o oldu. Ucuz siyaset yapmaya çalıştığın sürece aynısı olmaya devam edecek. Bunu beynine sok. Yalaka yandaşların dışında, neyi alkışladığını, neye evet dediğini bilmeyen yalaka vatandaşların dışında her birey bu garip siyasete tepki vermeyi bilir. Tavsiyem, sinirden gözlerini pörtletip, bağırarak boyun damarlarını şişirtmek yerine, şapkayı önüne alıp düşün. Aynı anda 40 bin kişinin tepkisini çekecek ne yaptım? ne dedim? Böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var derlerdi. Sen padişahtan da mı betersin be adam?

13 Ocak 2011 Perşembe

Sevmem

Kesinlikle bir Polyana değilim dostlar. Ama ;

-Sabah sabah suratı asık adamı,
-Söylediğin her lafa "yok öyle değil" benzeri ters cevap vereni,
-Kafası dünde kalmış olanı,
-Kılıksızı,
-Her konuda otorite havasına bürüneni,
-Toplumdan kendini soyutlayanı,
-Saatten haberi olmayanı,
-Mırmırmır kedi gibi konuşanı,
-Ayrı yazılması gereken -de ve -ki'leri birleşik yazanı,
-Hatta imla hatası yapanı,
-Bilgisayarı sırf internet için kullananı,
-Dinlediğini zannedip sadece susanı,
-Her daim şikayet edip, sızlananı,
-Akli melekeleri paniğe teslim edenleri,
-Baştan savan yöneticileri,
-Etrafta dolanan ölü s.kici akbabaları,

Hiç ama hiç sevmem...

7 Ocak 2011 Cuma

Dedejavu

2011 yılına kelimelerin önüne "de" öneki getirip, anlamlarını tersine döndürmeyi severek başladım. En azından blog penceresinden böyle görünüyor olmalı. Kafayı takmayı severim. Kafayı taktığım şeyler bana sevimli gelir. Kafayı taktığım şeyle ilgili sorduğum sorular, karşıdakine hep ters açıdan geldiği için, genelde çok hoş karşılanmazlar ve cevaplanma isteği doğurmazlar. Neyse ki "dejavu" böyle değil. Belki beni bu takıntıdan sıyırıp alabilecek bir köke sahip. Deja ve voir birleşiminden mütevellit.
Bendeki durum ise düz bir ifade ile bildiğin "jamais vu". İçinde bulunduğun duruma, ortama sanki ilk defa bulunuyormuşçasına yabancılık çekme. Karşıdan karşıya geçerken, tam orta refüjde "nereye gidiyorum lan ben? nerdeyim?" hali. Haftanın genelinde amiyane tabirle fıçı gibi oturduğum için, elime eskiz alıp bir-iki karaladığımda ya da eskaza elime bir mimarlık dergisi geçtiğinde o ana nasıl geldiğimi, nerede olduğumu, hangi görevle hayata gönderildiğimi tamamen unutuyorum. 11 aydır usanmadan gidip geldiğim şu ortam birdenbire tuhaflaşıyor. İçerideki insanlara bakıyorum, kim lan bunlar? Gözlerim bir noktaya sabitleniyor, bedeni bırakıyorum bürositin üzerine, süzülüyorum Atatürk Parkı'na doğru. Kendime gelebilmem, ancak birkaç kişinin "hoop, alooo, orda mısın mimar?" çırpınışları ile oluyor. Geçen sürenin kaç saniye veya dakika olduğu hakkında fikir sahibi olamıyorum. Bu sürede nasıl göründüğüm ile ilgili de. Herşeyin farkına vardığım ilk anda "kaydı yayınla" diyebiliyorum sadece.

6 Ocak 2011 Perşembe

Denisovan

Sibirya'da Altay Dağları'nda kalıntıları bulunan yaklaşık 30 bin yaşındaki insan evladı. Modern insana yakın akraba. Modern insan yetmezmiş gibi bir de akrabaları çıktı. Bu soysuzların sonu nereye dayanıyor diye şöyle ufak çaplı bir bakayım dedim, demez olaydım. Bundan 400 milyon yıl öncesine kadar bazı işaretler var ilkel de olsa yaşam sürüldüğüne dair. Avlanma, savunma, beslenme ile ilgili ufak tefek el aletleri vs. Ama nihayetinde iki ayağı üzerinde duran, beynini kullanarak hayatta kalabilen, diğerlerinden daha zeki bir tür. 400 milyon yıl dedim az önce. Abartı yok. Yani bu entrika yaratmakta usta ırk bunca senedir var düşünebiliyor musun? 400 milyon yıldır kıskançlık var, eğilen olursa parmak atan var, düşen olursa bir tekme de ben vurayım diyen var. Allah'tan ömrümüz kısıtlı hacı. Mevcut şartlarda 80 başarı sayılıyor. Bunun ilk 20 ve son 10 senesini çık. Şanslıysan 50 sene. 50 sene bile bu ademoğlu dediklerine katlanmak için çok uzun. Ortalığı karıştırıp, birbirini s.kmekte bunların üstüne yok. Irkdaşına bu kadar acımasız olan başka bir kitle tanımıyorum. Sen hiç bir kedinin, başka bir kediyi öldürdüğünü gördün mü? Hiç bir horoz başka bir horozun üstüne çıkar mı? Ya da bir fil, başka bir filin arkasından iş çevirir mi? Ama bunlar nasıl beceriyorsa fitnede 1 numaralar. Ortadan kılıcı bir vuruyorlar, hemen bir "öteki taraf" çıkıyor meydana. Şimdikiler daha da zeki. Sen siyahsın, sen beyaz. Sen yahudisin, sen bilmem ney. Sen çekik gözlüsün, sen fakir. Ayak kaydırma, yalan-dolan, punduna getirme hepsi bu puştlarda. 3 tanesini biraraya getir 1 hafta bir odaya kapat. Sonra tek tek çağır bunları birbiri hakkında soru sor. Eğer sen davranmadan önce 2 tanesi bir olup diğerini harcamadıysa tabi. 2 dakka rahat duramazlar. Azıcık bir beyin var o bile nelere yol açıyor. Bu dediklerimde istisna yok ha. İnsansan sen de böylesin. Hele de modern insansan vay halimize.

Demotivasyon

Söylemesi bile keyif veriyor adama. Hemen hepimizin sıklıkla yaşadığı ruh hâlinin en kısa ifadesi. Bu illetle boğuşmaktan, çalışmaya pek fırsat kalmıyor mesai saatleri içerisinde. Zaten caydırıcı ve tetikleyici etkenler o kadar fazla ki, üstüne bir de insanın içinde varsa biraz kaytarmacılık, geriye pek yapacak birşey kalmıyor. Biraz güncel bir rahatsızlık bu. Bundan bir 10 sene önce bu kadar had safhada olduğunu söylemek zor insanlık için. Yani bir süredir öyle bir yere doğru gidiyor ki sonunu kestirmek güç. Sıradan bir mesai esnasında takip edilmesi gereken o kadar gereksiz ayrıntı var ki, esas işe odaklanma eğrisi sonsuza gidiyor. Aslında günün 24 saatinin ne kadarının boş beleş işlerle geçtiğinin ufak bir modeli de işyerinde var. En büyük sebeplerden birisi internet. Sabah gelir gelmez ilk iş, daha bilgisayar açılırken start up'ta yerini almış olan messenger vs. gibi programlar. System tray'de uzayıp giden ikonlar. Mailleri kontrol et, facebook'a göz at, twitter'ı hızlıca geç, bloguna bir bak. Ardından hergün takip ettiğin 8-10 blog sahibi yazmış mı, ne yazmış bir göz gezdir. Gazeteyi ihmal etme. Ekşisözlük'te günün başlıklarını şöyle bir tara, ne de olsa en ufak haber orda. Kaçırmazsın. Zaten bir girdin mi çıkamazsın. İndirilecek film listene bak. İçlerinden birini seç, fazla yüklenme free rapid downloader'a. Diğerlerinin interneti yavaşlarsa sorun çıkar. Bir albüm seç, jet audio'yu çalıştır. Zero Cult çalarken kendinden geç. Saate bir bak ki 12 olsun.
Bundan yaklaşık 9 yıl önce üniversitenin yapı işleri dairesinde stajyer öğrenci olarak çalışmaya başlamıştım. Hayatlarında bilgisayarla çalışmamış yöneticiler, ben ve benim gibi bir arkadaşımın autocad performansını ağzı açık izliyorlardı. Bu tip insanlarla çalışmanın en büyük avantajı, hızlı çalışmak ne demek bilmedikleri için, çalışma sürelerini bizim tayin ediyor oluşumuzdu. "Bu iş kaç günde biter gençler?" "Valla nerden baksan 1 hafta sürer X Bey". İş autocadde 3 saatte biterdi. Biz audiogalaxy'den girer kazaa'nın ilk zamanlarından çıkardık.
Çalıştığın ofiste, bilgisayarının internetsiz olduğunu bir düşün. Ne yaparsın? 3-5 gün kıvranır, sonra eşşek gibi çalışmak zorunda olursun. Bilgi işlemden bir kontrol yaptırmış bizimkiler. Facebook'u mesai saati boyunca açık olanların oranı %80. Arada girip bakma demiyorum, mesai saati boyunca açık diyorum.
Herkes demotive vaziyette. Doktor twitter'dan yazıyor : Kolumu kaldıracak takatim yokken, depar atmam gereken bir hayat yaşıyorum. Mimar blogunda yazıyor : kesit çizmem lâzım ama götüm donuyor çalışamıyorum. Korkuyorum ya da istiyorum bilemedim, yakında insanlar sadece temel ihtiyaçlarını gidermek için yaşamaya başlayacaklar. Onun haricinde herşey gereksiz bir lüks olarak algılanacak. Çalışmak mı? Koy götüne gitsin.