28 Şubat 2011 Pazartesi

Nafile Yazı

Tansiyonum 22'ye yükselmedikçe futbol yazmıyorum. Cumartesi öğleden sonrası, beni bu yazıya iten bir zaman oldu. Araştırma görevliliği yıllarından çocuklar halı saha maçı teklif ettiler. "Oynarım ama tek şartla" dedim. Galatasaray'ın maçı ile çakışmaması koşuluyla uzun zaman sonra tozlu Nike kramponlarımı raftan indirmeye ikna oldum. Sol kanattan hızla rakip kaleye akıp, sağ ayağımın dışıyla topu sağa çekip, sağ iç plase ile kaleciye göre sol doksanı görmeyeli epey olmuştu. Bu fikir bile beni heyecanlandırmaya yetmişti. Ama önce şu İBB maçını kazanmamız gerekiyordu.
Bu maça kadar içimde hala ilk 4'e girebileceğimize dair bir umut vardı fakat gördüm ki o umut sahadaki topçularda yok. Hal böyle olunca bunun sebeplerini kendimce derinlemesine düşünme gereği duydum. Daha önce milli takım ile ilgili yaptığım gibi.
Aslında sezon başında tarihi bir sezon olacağı belli gibiydi. Kazandığımız maçlar da vardı Rijkaard gönderilmeden önce ama takımın oynadığı oyunda bir tuhaflık vardı. Bugüne kadar şahit olmadığım kadar isteksiz ve dağınık bir takımla karşı karşıyaydık. Garipliklerin ardı arkası kesilmiyordu. Artık dillere pelesenk olacak şekilde geçen sezonun ortasında gönderilen forvet yerine yazın transfer yapılmıyor ve Baros ile sezona girilerek adeta bile bile lades deniliyordu. İşin içinde kimlerin ne şekilde parmağı olduğunu tahmin edemediğim şekilde Baros sonrası forvet orijinli tek adam olan Batdal, kulübeye mahkum edilerek bu bölge için Pino, Kewell, Kazım, Arda gibi oyuncular deneniyordu. Yani forvet mevkii için, forvet dışında herkes kullanılıyordu. Takım içinde, transfer edilen oyuncuların hangi mevkiiler için alındığına da bir türlü karar verilememişti. Neill bazen stoper, bazen sağ bek, bazen de ön libero idi. Bir maçta yüzüne bakılmayan Serkan Kurtuluş, öteki maçta ilk onbirde, Aydın Yılmaz kendisine verilen son şans için sahadaydı. Yeni Hagi beklentisiyle alınan Misimovic evinde, Kasımpaşa'lı Yekta forvetin arkasındaydı. Sözün özü takım içinde olabilecek maksimum düzeyde bir karışıklık ve kaos hakimdi. Hoca dahil hiç kimse, bir sonraki hafta kimin sahaya çıkacağını, kimin kadro dışı kalacağını ve kimin hangi mevkiide oynayacağını bilmez haldeydi.
Takım içinde hal böyleyken, esas kaos yönetim anlayışında yatıyordu. Yakın geçmişi şöyle bir taradığımızda ortaya çıkan tablonun rastgeleliği, müthiş bir işbilmezliği ortaya koyuyordu. Skibbe ile başlayan sezon, Bülent Korkmaz ile devam ediyor, Rijkaard ile yapılmaya çalışılan devrim, Hagi'ye kalıyordu. Bu sırada takımda olan bir futbolcunun yerine kendinizi koymanız, olayın vahametini algılamak açısından çok yeterli. Bu sürecin tamamında takımda olan Ayhan, Sabri, Servet gibi oyunculardan biri olduğunuzu düşünün. Takımınızın başında Skibbe var ve oynamak istediğiniz oyun şekli belli. Kendinizi bu oyuna adapte ediyor ve konsantre oluyorsunuz. Sonra sezon içinde takımın başına getirilen Bülent Korkmaz'ın felsefesini sahaya yansıtmaya çalışın. Olmadı mı? Yeni sezona Rijkaard ile başlarsınız, bambaşka bir futbol oynamaya çalışırsınız ve bu futbol size sahada üstüste üç pas yapamaz halde olduğunuzu gösterir. O zaman Hagi gelir takımın başına ve mücadele edersiniz. Omuz omuza ve yıldırıcı katı futbol. Herkes koşacak. Şu 4 farklı hoca/4 farklı anlayış bile Sabri'nin beyin kanaması geçirmesine yeter de artar bile. Bu 4 anlayışın üstüste gelmesi ise tamamen tesadüf! Yani koca Galatasaray, birkaç adamın aklına nasıl eserse o anlayışı kopyalayacak ama sonra arkasında durmayacak ve yeniden anlayış değiştirecek. Kusura bakmasınlar ama bu kadarını en cahil taraftar da yapar.
Bu sezon, GS ile ilgili konuşup yazmak istemiyordum ama başta söylediğim gibi artık bu son maçta cinnet noktasına gelince ilk ve son kez birşeyler söylemek istedim. FB de şampiyon olursa tuz biber olmak deyimini kullanır ve buraları terk ederim.

Hiç yorum yok: