31 Aralık 2010 Cuma

İtele Gitsincilik

Memleket insanına son birkaç on yılda hasıl olmuş bir illet bu galiba. Esnafından müşterisine, hocasından öğrencisine, amirinden memuruna, patronundan işçisine hemen her kitlede sık görülür. Özünde bir özensizlik, cehalet, karşıdakini dinlememe, kaytarma, uyanıklık gibi ifadeler barındırır. Yaşanan anı kurtarma, idare etme, lehine çevirme, maddeden çok manevi çıkar sağlama maksatlarını güder.
Patron, iş görüşmesine çağırdığı genç mimarın kısa sürede yapmış olduklarını beğenir, beğendiğini ifade eder ama günü şartları gereği sigorta yapamadan şu kadar maaş verebileceğini ezilerek teklif eder. Bilir ki o genç bu işe muhtaçtır. İtele gitsin.
Tezgâhtar, gömleğin ütü tutup tutmayacağını soran müşterisine kesin bir dille mağazadaki tüm gömleklerin ütü tutacağını söyler. Bilir ki kodumun gömleklerinin çoğu ütü tutmaz. İtele gitsin.
Profesör, aynı slaytı her sene farklı mimarlık öğrencilerine aynı şekilde anlatır. Seneler geçer, slaytlara bir yenisi eklenmez. Bilir ki zaten boş olan yeni beyinlere ne versen yeterlidir. İtele gitsin.
Satış görevlisi, ekrana verilen görüntü kaynağının çözünürlüğünü soran müşterisine full hd yanıtını verir ezberden. Müşterisinin görüntünün 720p mi, 1080i mi yoksa 1080p mi olduğunu bilebileceğini veya ayırt edebileceği ihtimalini düşünmez. İtele gitsin.
Doktor, derdini anlatmaya çalışan yaşlı, köylü teyzeyi dinlemez, he he der yazar antibiyotiği. Ne de olsa doktordur verdiğini yutar cahil köylü. İtele gitsin.
İtele bakim sonu nereye varacak...

28 Aralık 2010 Salı

Köselem Sultan

Bir süredir devlet memurluğu ile haşır neşir olduğum için, giyim şeklini de buna göre ayarlama mecburiyeti doğuyor zaman zaman. Genelde beğenilerim ve daha önce çalıştığım işyerlerinin bu beğeniye karşı durmaması sonucu rahat kıyafetler tercih etmiş ve gardrobumu bu tarz şeylerle doldurmuşum. İyi de etmişim. Kargo pantolonumu giyer, taşlanmış sweatshirt'ümü çeker altına da botlarımı giydim mi tamamdır, şantiyeye giderim derken bu memurluk musallat oldu. 8-10 aydır çaktırmadan aynı şekilde devam etmeye çalışıyorum. Yani pantolon giyiyorum ama yanlar cepsiz, sweat giyiyorum ama düz renk, ayakkabı giyiyorum ama lastik taban falan derken bu zamana geldik. Ama şu toplanmamız gereken zamanlarda kabak çiçeği gibi ortaya çıkıyorum arkadaş. Benimle birlikte başlayan arkadaşlar sanki bir an önce başlasak da takım elbiseleri çeksek, ucu sivri kösele ayakkabılarla koridorlarda tak tak tak dolaşsak diye ölürmüş meğer. Dün birisinden bir parselle ilgili bilgi almam gerekti, yanına uğradım. Bana göz aşinalığı var, selamlaştık, derdimi anlattım, adam yardımcı oldu ama tereddütlü şekilde sordu : "Sen personelsin değil mi?" "Evet tabi" diye yanıtladım. "Yani böyle sivil görünce birden" falan diye geveledi. Arkadaş sana ne yahu. Sivilsem sana mı sivilim. Herkes grilere, lacivertlere, siyahlara bürünmüş, rugan ayakkabılar, uzun paltolar Kenan İmirzalıoğlu gibi dolaşıyor binada. Hay kalıbınızı skeyim ya.
Bu minvalde öğle aralarını değerlendiriyorum. Kendimi belli bir hizaya getirdim. Öyle ki kendi kendime kravat takabileceğimi ama ceket için daha zaman olduğunu falan söyler oldum. Vitrinleri dolaşıyorum, bakıyorum, deniyorum. Bakıyorum da kardeşim bu piyasa, bu mağazalar zinciri, bu Türk tekstil sektörünün geldiği nokta, bu çeşitlilik seçim yapmak gibi bir şans bırakmıyor insana. Birisi diyor ki, palto, takım elbise, gömlek, kravat, ayakkabı, ayrıca ceket, ayrıca pantolon, triko, kemer, atkı set yaptık fiyatı şu kadar. Öteki diyor ki bizde ceket, pantolon, gömlek, kravat bu kadar. Diğeri diyor ki git onlardan al abi, iyi fiyat vermişler. Ceketi giyiyorum, soruyorum ne kadar? Etiket fiyatı 600 tl ama 180'e düştü. Kaban giyiyorum Neo gibi oluyorum. Ne kadar? 550 ama 200' e düştü. Gömlek? 79 ama 29'a düştü. Ayakkabı? Takım alırsan hediye. Bu şartlar altında eli boş dönüyorum genellikle. Ben hanginize inanayım arkadaş. Neyi alıp giyeceğimi şaşırdım. Tam beğendim gibi oluyor, arkadaş diyor ki o marka yaramaz bende gömleği vardı, götü başı ayrı oynuyordu. Tam beğeniyorum hanım diyor ki bu ceket sana yakışmadı. Gözüme kestiriyorum, bunun numarası kalmadı. Giyiyorum bi boka benzemiyor, satıcı kimsede böyle durmadı diyor. Hadi ordan lan!
Arkadaş beni sarı kapşonlu sweatim ile başbaşa bırakın ya. Asker yeşili kargo pantolonumu verin bana. Zavallı dolapta duruyor kaç aydır. Cumartesi-pazar günlerinin resmi kıyafeti olmuş kot pantolonumu verin. Siyah Puma'm beni bekler. Kravatın kalını da incesi de senin olsun yahu. Giymeden bıktım tek alt pantolonmuş, kadife tek ceketmiş, kaşe kabanmış. Hay o kösele ayakkabının burnu gözüne girsin be. Offfff. Daraldım ınısınınımınıkym.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Resimdeki


Cuma günü akşam pas geçtim ara sıcağı. Benim menümde aperatif olmazdı zaten. Ara sıcak da zaman kaybıydı. O yüzden çift daldım resimdekine. Eskiden 1 tanesini 4 lokmada yerdim hatırlıyorum. Biradere döndüm dedim ki "bak olum hayvanlaştığım burdan bile belli". Artık 1 tanesi 2 lokma. Bir koca kâse tarhana çorbasının ardından resimdekinden 6 tane. Üstüne de 1 koca kâse aşure. Sınırlarımı genişletiyorum Osmanlı'nın yükseliş dönemi gibi. Zaten öyle bir annem var ki, daha masadan kalkmadan "yarın ne yiyelim?" diye soruyor. Ertesi günkü tüm öneriler bir kenara, resimdeki yine ağır basıyor. Cuma günü tüketilen miktar kadarını yerine koymak için annemle teyzem iş başında. Dikkatlice yapılışını seyrediyorum. Muazzam bir el işçiliği gerektiriyor. Teyzemi izlerken o kadar kendimi kaptırmışım ki, birden el hareketlerini tarif etmeye başlıyorum. Bak sol el parmakları hareket ederek resimdekini el üstünde döndürüyor, sağ el de şap şap şap vurarak kusursuz geometriyi tanımlıyor. Sol elinin ucunu ve sağ el avuç içini Sergen'in sol ayağını kullandığı gibi kullanman gerek. Sen mimarsın, gel bir tane dene. Yok ben akşam 8 taneyi deneyecem. Çatlayacaksın çocuğum.
Resimdeki gibi yağlı olması lâzım. Çatalı ortasına bastırınca fışşşt diye bir ses ile birlikte yağ çıkacak biraz. Yaparken iç malzeme dolaptan çıkmış ve soğuk, çok soğuk olacak ki dış kabuğa destek olsun. Dış kabuğu yeterince ince ve dayanıklı yapabilmenin püf noktası, harcına bir miktar çekilmiş yağsız kırmızı dana eti koymak. Makinede çekmek yerine tokmak ile dövmek en doğrusu. İçine ise kuzu. Ben maydanoz sevmem içinde, kimileri sever. Soğanları görmek istemem, kimileri ister. Dövülmüş cevizi ise ailede isteyen yoktur. Resimdekinin en iyi arkadaşı acılı şalgam. Birbirine sürekli gaz verirler. Şalgam içtikçe resimdekinden 1 tane daha yiyesin gelir, 1 tane daha yedikçe şalgam içesin.
Kendime Adana'ya dönüş yolunda gelebilmişim. Geçen 2 günde bilincim tamamen kapalı. Sadece yediklerimi biliyorum. Onun dışında tasarlamam gereken proje, pazar günü buhranı, ütü, traş, vs. hepsi traş. Varsa yoksa resimdeki...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Ginseng&Guarana

Bakma öyle. Ne olduklarını bugüne kadar ben de bilmiyordum. Ama şu an ihtiyacım var gibi hissediyorum. Dün öğleden sonra ve bugün sabah, Adana'nın eski mahallelerinden birinde sayısı 50'yi aşan binanın kabaca ölçülerini aldık bir işle ilgili. Böyle mahallelere normalde yolu düşmez insanın bu tip işler olmasa. O yüzden mental olarak hazırlıklı gitmek gerekir. Göreceğin yüzler, şehirde karşılaşabileceğin tarzda değildir. Kendini onlardan biriymiş gibi göstermezsen seni sevmezler. Bu sevmemezlik hali, senin tavırlarına göre nefrete ve şiddete dönüşebilir. Eline-koluna, ağzından çıkana dikkat etmen gerekir.
İşte bu ahval ve şerait içinde yola koyulduk, karşılaştığımız ilk ev bizi doğrular nitelikteydi. Ölçü için izin alalım derken boyum kadar bir av köpeğinin ayağa kalkıp hırlaması ile mesleği bırakma noktasına gittim, geri geldim. Neyse ki bu tip mahallelerde daha önce çok bulunmuş olmanın getirisiyle ev sahibi ile aynı dili paylaşabiliyordum. Kısa sohbetlerden sonra işimizi yapmamızda pek zorluk çıkaran olmadı. Öğlen saat 3'te ağzı bira kokan amca dahil herkes elinden geldiğince yardımcı oluyordu. Metrenin ucundan tutmak isteyenler, kahve ikram etmek isteyenler, gelinini bize şikayet eden teyzeler derken yavaş da olsa ilerliyorduk. Mahallenin delikanlısı Bekir Amca -ki amcalıktan çoktan çıkmış- yaşını tahmin etmemi istedi. 66 dedim. 83 dedi. Oha dedim. İçimden yani. Bizimle birlikte neredeyse tüm binaları gezdi. Ondan ona, berikinden ötekine ceylan gibi sekti. Umarım bu satırlardan sonra başına bir iş gelmez. İçgüdülerimizin mükemmele yakın zamanlama departmanı sayesinde saat 12'ye çeyrek kala işimizi tamamladık. Neyse ki bizim için öğlen yemek saatlerinin belirsizliği gibi bir kavram yoktu bazılarına kıyasla. Mahallelinin hayır dualarıyla uğurlandıktan sonra labirentvari sokaklar bizi sonunda medeniyete ulaştırdı. Dar sokaklarda sağa ve sola çark ederken ansızın bizi dışarı attığı nokta, gerçekten son derece anlamlıydı. Hemen karşıda bakır levha üzerine dövülmüş harflerle oluşturulmuş Kebapçı Şeyhmus tabelası, konuşma ve karar verme sürecinin anlamsızlığına işaret ediyordu. Karşı koymadık ve kendimizi teslim ettik. "2 Adana". İçecekler ne olacaktı? Bu tarz yerlerde açık ayran içeceksin. Öyle de yaptık. Koca bir tas ayran ikimizi de devirecek güce sahipti sabahki yorgunluğun üzerine. Buna bir nebze engel olabilmek adına markete uğrayıp kahve almayı teklif ettim. İçeri girdik, kahve reyonuna doğru yol aldık. Binbir çeşit kahve vardı. Üçü bir arada, ikisi bir arada, teki bir arada. Gözüme bunu kestirdim. Ginsengli ve guaranalı kahve. %20 daha fazla kafein. Sanırım bu ayranı nötrleyebilirdi. O zaman öyle düşünmüştüm. Şimdi nasıl düşünüyorum? Düşünemiyorum bile uyuşmuş durumdayım. Bırak ginsengi, guaranayı 2 tane öküz gelse beni yerimden oynatamaz. Gözü açık uyuma konusunda ders verebilirim ya da ağzını açmadan esneme nasıl olur gösterebilirim istersen. Bugün beni unut.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Müdürümün Dudakları

Tanıdığım ilk gün, enteresan bir insan olduğunu sezmiştim. Hakkında hiçbir şey bilmenize gerek kalmadan ismini-soyismini duymanız bile sıradışı birisi ile karşılaşacağınızın garantisi gibidir. Tanımaya başladıkça dipsiz bir ilginçlik kuyusudur müdürüm. Ben pat diye tanıdım o yüzden bir ordan bir burdan şekilde anlatayım istersen. Misal asker olmayıp, esas duruşta koşabilen ender insanlardan biridir. Bunu 65 yaşının çevikliği ile yapması ayrı bir hava verir müdürüme. İnşaat mühendisidir Hüseyin Abi gibi. Saçları geriye doğru taranmış, beyazlar ağırlıkta ve sabahları limon sürüldüğünü tahmin ettiğim şekilde, şık lacivert takım elbisesi ve modern topuklu ayakkabıları ile dolaşır ofiste. Tam bir beyefendidir. Beyefendiliğinin yanında ender bulunacak türden saflığı, O'nu çevresinde sevilen bir kişilik yapar. Bundandır ki asırlardır müdürlük yapmaktadır. Söylenenlere göre aslında 75 yaşındadır fakat emekli olmamak için yaşını 10 yaş küçültmüştür. Türkçesi düzgündür. Eski Türkçe kullanmayı sever. Zat-ı alilerine arz eder genelde. Üstlerine karşı inanılmaz bir kararlılıkla bağlıdır. Aldığı emri yerine getirebilmek için çiğnemeyeceği ceset yoktur. Ancak bu süreçte son derece stresli bir yapıya bürünür. Etrafta kimsenin gülmesini, espri yapmasını ya da konu dışında herhangi birşey ile ilgilenmesini istemez aksi olursa, gecikmeden, kişi hakkında Allah'tan bela ister. Ara sıra gel-git'ler yaşadığı olur. Hatta bunu aynı cümle içinde gerçekleştirmek gibi başarıları vardır. "Ben bu adamla çalışamam, istifa dilekçemi yazıyorum! Abi seviyorum ya ben bu adamı, çok iyi adam ya" diyebilmiştir. Görevini icra ederken en büyük dostu telsizidir. Bildiğin telsiz. Yeri geldiğinde müdürümün silahı, kurtarıcısıdır. Yedek şarjörü pardon bataryası kemerine takılıdır her daim. Arazide bataryasız kalmak, çölde susuz kalmaktan daha fenadır. Yeme-içme ile arası yoktur. O'nu birşey içerken nadiren görmüş olabilirim fakat yemek yemeden yaşadığını kesin dille söyleyebilirim. Genellikle sigara ile beslenir. Sigarası Bahar'dır. Ortalama 3 günde 1 sigarayı bırakır. Tekrar başladığında derin bir nefes çeker ve ekler : Bu Bahar evdeki Bahar'dan 100 değil, 1000 değil, 10000 kat daha güzel! Bahar Yenge ev hanımı, köylü bir kadındır. Müdürüm üniversiteye başlamadan önce Hediye ile tarifsiz bir aşk yaşamış, Hediye öğretmenliği, müdürüm inşaat mühendisliğini kazanınca yolları ayrılmıştır. Hediye kendini müdürüme layık görmediği için bırakmıştır aşkını. Müdürümün ısrarları Hediye'yi geri döndürememiş ve Bahar Yenge ile sırf kendini cezalandırmak için evlenmiştir. Fakat Bahar Yenge O'nu çok sevmiştir. Her sabah yumurtanın sarısını ayrı tavada, beyazını ayrı tavada pişirerek kocasına servis eder, zeytinlerin çekirdeklerini çıkartarak sofraya getirirmiş. (Burada evli bir erkek olarak farklı düşündüğüm için -miş'li geçmiş zaman kullanılmıştır.) Evde durmayı pek sevmez, haftasonlarından hiç hoşlanmaz, az uyur, mesaiye sabah 6 gibi başlar, mümkünse 11 gibi bitirmek ister. Samimileştiği zaman "abi" diye hitap eder. Bu yaşta insanların bu şekilde konuşması bana her zaman sevimli gelmiştir. "Abi şu projenin kontrolünü yaptık mı yaaa?" diye sorduğunda adeta ağzından bal damlar. Ve 65 yaşındaki hiç kimse O'nun gibi "wauvvv" diyemez. Olayın enteresanlığına göre süresi uzayıp, kısalan bir şekilde, dudaklarını normalinin 3'te 1'ine büzerek söylenen bu ünlemi duymak büyük keyiftir.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Hüseyin Abi

Her ofisin bir Hüseyin Abi'si vardır. Ben bizimkini yazacam, gelinim sen anla. Bugüne kadar 8 farklı işyerinde çalıştım, 3 aşağı 5 yukarı donanımla mutlaka bir Hüseyin Abi tanıdım. Dinle bakalım sana da tanıdık gelecek mi.
Hüseyin Abi inşaat mühendisidir. Mutlak suretle iyi bir okuldan 4 senede mezun olmuştur. ODTÜ, İTÜ bilemedin en kötü Yıldız Teknik. Üzerinden çıkarmadığı tek ceketinin yakasının solunda okulunun rozetini taşımaktan gurur duyar. Yüzünden "nasıl düştük buralara" boşvermişliğini okuyabilirsin. Halbuki "buralarda" olmasının baş sorumlusu kendisidir. Pısırıktır çünkü. Okulu okuduğu ile kalmış, daha fazlasını istemek gibi bir farkındalığı olmamıştır. Bu pısırıklığı hayatına da yön vermiş, dominant bir öğretmen eş seçmesine sebep olmuştur. Öyle ki düzenli mesaiye sahip işyerinde hergün mesainin bittiği saatten 10 dakika sonra "nerdesin Hüseyin?" konulu telefon görüşmesinde baş rol oynar. Pısırıklığını üzerinden attığı zamanlar da yok değildir. Teknolojik konularda adeta kabuğunu kırar, bir otorite havasına bürünür, tüm bildiklerini paylaşmak için can atar. Yazıcı ekleme ve başarı ile çalıştığını görme hobileri arasındadır. İnternetten film download edebilmek övünç kaynağıdır. Ama altyazılı filmlerden hoşlanmaz. Türkçe dublajlı "Inception" arar harıl harıl. Online alışverişi sevmez, ödü patlar kredi kartı bilgilerinin çalınacağından. 75 milyar limitli kart sahibi gibi tepki verir 2 milyar limitli kartının güvenliğinin tehlikesine. Bunun sonucu olarak su faturası kuyruğuna girmek ömrünün en sorgulanmaz aktivitesidir. Sığ bir disiplin içerisindedir. Gereksiz tüm evrakları mavi kapaklı dosyalarda arşivlenmiş olarak bulabilirsin. Cep telefonu faturalarının ödendi dekontunun lâzım olacağı günü iple çekerken, ömrünün son gününü de iple çekmiş olmasını umursamaz. Mütevazı bir aile hayatı vardır. Akşamlarını ve haftasonlarını ailesi ile geçirir. Erkek çocuk sahibi olmadığından evde hakimiyet zaten karısındayken 2 kızı ile birlikte skor çoktan 3-0 olmuştur. Haliyle maç izlemek yerine Yaprak Dökümü'ne maruz kalır. Fenerbahçe maçlarının sonucunu pazartesi sabahı ofistekilere sorar.
İnşaat mühendisliği ile ilgisi ikinci paragrafın ilk birkaç cümlesi kadardır. Sorulduğunda ve imza atması gerektiğinde kaşe vururken göğsünün kabarmasına yetecek kadar.

9 Aralık 2010 Perşembe

Çay Molası

Her sabah saat 08.00'da şantiyeye gelir, yoldan aldığımız simitleri, börekleri mideye indirirken dünün ve günün kritiğini yapar, evrakları şöyle bir toparladıktan sonra sahaya çıkmak için gerekli hazırlıkları yapardık. Ayakkabı değiş, yelek giy, baret tak, telsizi al. Artık hazırdık. Genelde en geç saat 09.30 gibi inşaat alanlarından birisine ulaşmış olurduk. Karşılaştığımız manzara pek değişmezdi. 07.00'da mesaisine başlamış olan işçiler tuğlalardan koltuk yapmış, yuvarlak masa şövalyeleri gibi toplanmış, çay içiyor olurlardı. Sıcak yaz günlerinde çayın yerini kolanın aldığı da olurdu ancak çay vazgeçilmezdi. Onları sabahın erken saatinde çalışmıyorken görmek pek hoş bir izlenim bırakmazdı ancak emekçinin hakkını vermek gerekirdi. Sabahın 7'sinden beri mala ile serpme atan işçinin hakkıydı mola vermek ve çay içmek. Uğradığımız diğer noktalarda da ya çay molalarına denk gelir ya da artık çay bardakları ile karşılaşırdık. Bu ziyaretlerle saati 12 yapıp şantiyeye döner, öğle yemeğinde birşeyler yedikten sonra yine ofiste halletmemiz gereken işleri tamamlar ve saha için hazırlık yapardık. Sabah ziyaret ettiğimiz noktaları tekrar kolaçan etmek için çıktığımızda saatler genelde 14.30'u gösterirdi. İşçiler yine çay molasında olurlardı. Yine çalışan işçi grubu ile karşılaşamazdık. İnşaatı geceleri cinler tamamlıyor, işçiler ise sürekli çay içiyorlar gibi bir hissiyata bürünürdük. Bir gün canına tak diyen yapım müdürü patron olmanın hafifliği ile aniden çay molasını yasaklamıştı. O kadar sinirliydi ki bizim hergün yaşadığımız durumu sanırım üst üste bir kaç kez yaşayınca şalterleri atmıştı. Bu durumda çalışamayacaklarını bildiren farklı taşeronlardan işçi grupları iş bırakmışlardı. Çay molası yoksa sandviç çatı paneli de yoktu. Yapım müdürünün aldığı kararı sahada uygulatmaktan başka yapacak birşey gelmezdi elimizden. Her ne kadar çay içmek Mekaplıların da hakkı olsa, zaten gecikmiş olan projeyi daha da geciktirecek 1 dakikaya bile tahammül edilmiyordu. Bir yandan içimden bu küçük çay molalarının hiçbirşeyi değiştirmeyeceği geçerken, bir yandan da Mısırlılarda çay molası olsaydı piramitlerin yapılamayacağını düşünürdüm.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Haftanın Sonu Haftanın Başı

Kısa kısa haftasonu notları ;

-Cuma günü Mersin'e gidiş. Tok karnına anne evine ulaşmanın pişmanlığı. Biber, kabak dolması, lahana sarması ve bamyaya sadece göz zevki için ara ara bakış. Baba ile yan gözle Trabzonspor maçı ve geyik muhabbeti. Biraderin katılımı ile maç kritikleri.
-Cumartesi rutin araba temizliği, noyferti kurtarma operasyonu, iddia kuponları ve kronolojik sıra ile naklen yayınlar. Real Madrid maçı ile biten seride toplam 7 futbol, 2 basketbol maçı. GS maçının ardından girişilen çiğ köfte ayini. Şunun ve bunun verdiği hayret ve sinir.
-Pazar geç kahvaltı, Türk kahvesi keyfi. Adana'ya erken dönüş. BJK maçı ile birlikte gömlek ve pantolon ütüsü. Mersin hasılatı mandalinalarla C vitamini banyosu. Erken uyku.
-Pazartesi 59 gün aradan sonra yağmurla uyanma. Bazal metabolizma mesaisi. Mümkün mertebe işten uzak durma. Bloglar ve öğleden sonra tatlı keyfi. Av Mevsimi'ne rezervasyon. Tiyatroya rezervasyon.

Eve dönüş vakti. Kaydı yayınla.

3 Aralık 2010 Cuma

Hayatın Anlamı

Hemen buldum sanma lan. Başka bişeyden bahsedecem. Genelde günlük ve hatta anlık yaşamaya çalışan, olmadı düşünen bir yapıda olduğumu söyleyebilirim. Günlük aşılması gereken sorunlar, halledilmesi gereken ıvır-zıvırlara inanılmaz derecede konsantre olabilme becerim var. Eti puf ambalajı ile sinek yakalamaya çalıştığım zamanlar beynime hızlı bir format atıp, ne var ne yoksa siler, yapmam gereken şeye odaklanırım. O sinek yakalanacak ve saatlerce o ilkel telefon olarak kullandığımız kutunun içerisinde ölüme terkedilecek. Hayvanseverlik varsa içimde barındıramam o süreçte. Unuturum benliğimi. Şimdi Lucky Number Slevin iniyor bilgisayarıma. Hislerim tarifsiz. Sanki elimle tutup çekiyorum. İki elim de meşgûl. Birisi elini uzatsa toka yapamam. Bu bitmeden kimseyle tokalaşamam. Kısa vadede bugün Mersin'e yollanıyorum. Haftasonu Noyfert'i alıp gelmem lâzım bir alttaki post gereği. Kıyamet kopsa Mersin'e giderim. Kurtlu peynir gibi de hareketli olurum gidip gelene kadar. Geçecek olan 48 saatten ne hatırladın derlerse ileriki günlerde, "Noyfert" derim esas duruşta tümgenerali selamlayan asker gibi.
Hâl böyle olunca, kendi başıma kolaylaştırdığımı düşündüğüm hayatım, diğer insanoğulları ile kesiştiğinde asenkronizasyon sorunu kaçınılmaz olmakta. Dün aldığım bir habere göre 28 Ocak tarihinde misafirim varmış. Takvimde o tarihe ait yıl 2011 olarak görünüyor. Benim bu haberi almış olmam, karşı taraf için ne kadar büyük bir adımsa benim için en fazla 1 Neill Armstrong adımıdır. Bugünümü değiştirmeyen hiçbirşeye gerçek anlamda bağlılık göstermemin imkânı yok evet. 27 Ocak tarihine kadar annemin tabiriyle "aladağdan serin" olurum. 27 Ocak'ta paniğin allahını yaparım. Ama 2 ay rahat, gevşek, umursamaz. Uzun vadeli planları belli periyotlarda dilatasyon ile ayırırım. 3 günden uzun plan olmaz. Yaparsan şayet, 3 gün öncesinde tekrar plan yapmaya başlarsın çünkü. Yaptıkların da bir tarafına girer. Kodumun filmi in artık.

2 Aralık 2010 Perşembe

Noyfert

Son on aydır mimarlıkla haşır neşir olmak yerine kendimi internete ve başka saçma zırvalara verdiğim için adını duyduğumda bir an "o kimdi lan?" hezeyanı yaşadım hanım telefonda "noyfert var mı noyfert?" diye gıdaklarken. Hakikaten noyfert de kimdi? Kendime güçlükle gelebildim ve "yok burda noyfert" diyebildim. Harıl harıl çalışan mimar bir eşim vardı. Bense devlet memurluğu ile günümü geçirmekteydim. Adeta "memura her gün noyfert" havasındaydım. "Bana sor, bana sor" diyordum telefonda Rocky Balboa gibi. Ama bu kibir, o an için eşimin sorununu çözememişti. O'na bildiğin mavi kapaklı kutsal kitaptan lâzımdı. Lüzûmsuz bir koca, ihtiyaç duyacağı son şeydi. Bu düşünce hemen devreye b planını sokmam gerektiğini beynime raptetti. Hızlı bir google taramasının ardından nette pek fazla download edilebilir birşeyler bulamayıp, mesai penceresinden bakıldığında pek ayırt edilemeyeceğimiz dostumu aradım. Elinde pdf formatında bir ingilizce bir kopya olduğunu, boyutunun ise modern dünya dilinde megabaytlarca yer kapladığını söyledi. O an için ulaşmak imkânsızdı yani. Bu ulaşamamazlık ve -sız, -siz ekleri ile sonlandırılmış sıfatlar, aslında bize birşeyler anlatıyordu. Türkiye'de ilk kez 1976 yılında türkçe olarak basılan kitap, geçen 34 yıl içinde hiçbir mimar, mimarlık öğrencisi ya da ihtiyaç sahibi tarafından digital olarak kayıt altına alınmamış, alınsa bile paylaşıma sunulmamıştı. Hazır lokmacı mimar adayları harıl harıl nokta detayı aramakla meşgûldüler demek ki torrentlerde ve rapidlerde. Paylaştıkları ise bol bol zevzeklik ve pişmiş armutçuluk idi. Acilen yola koyulmamız gerekiyordu. Öncelikle mezuniyetten sonra pek yüzüne bakılmayan kutsal kitap, anne-babanın evinden alınacak, güve boklarından arındırılacak ve tekrar hayata döndürülecekti. Ardından hummalı bir çalışma ile yaprakları tek tek ayrılacak, tarayıcının kapağı 618 defa kaldırılıp indirilecekti. Lanet olsun bunu birilerinin yapması gerekiyordu ve duyarsız bazukalılar topluluğu kılını bile kıpırdatmamıştı. Durum bir yandan hayret verici iken bir yandan da gayet sıradandı. Arkadaşının makatına kompresör ile hava basıp, bağırsak patlatan bireylerin olduğu toplumdan daha fazlasını beklemek iyimserlik olurdu. Yapmamız gereken, görev dağılımını yapıp harekete geçmekti. E hadi o zaman.