31 Aralık 2010 Cuma

İtele Gitsincilik

Memleket insanına son birkaç on yılda hasıl olmuş bir illet bu galiba. Esnafından müşterisine, hocasından öğrencisine, amirinden memuruna, patronundan işçisine hemen her kitlede sık görülür. Özünde bir özensizlik, cehalet, karşıdakini dinlememe, kaytarma, uyanıklık gibi ifadeler barındırır. Yaşanan anı kurtarma, idare etme, lehine çevirme, maddeden çok manevi çıkar sağlama maksatlarını güder.
Patron, iş görüşmesine çağırdığı genç mimarın kısa sürede yapmış olduklarını beğenir, beğendiğini ifade eder ama günü şartları gereği sigorta yapamadan şu kadar maaş verebileceğini ezilerek teklif eder. Bilir ki o genç bu işe muhtaçtır. İtele gitsin.
Tezgâhtar, gömleğin ütü tutup tutmayacağını soran müşterisine kesin bir dille mağazadaki tüm gömleklerin ütü tutacağını söyler. Bilir ki kodumun gömleklerinin çoğu ütü tutmaz. İtele gitsin.
Profesör, aynı slaytı her sene farklı mimarlık öğrencilerine aynı şekilde anlatır. Seneler geçer, slaytlara bir yenisi eklenmez. Bilir ki zaten boş olan yeni beyinlere ne versen yeterlidir. İtele gitsin.
Satış görevlisi, ekrana verilen görüntü kaynağının çözünürlüğünü soran müşterisine full hd yanıtını verir ezberden. Müşterisinin görüntünün 720p mi, 1080i mi yoksa 1080p mi olduğunu bilebileceğini veya ayırt edebileceği ihtimalini düşünmez. İtele gitsin.
Doktor, derdini anlatmaya çalışan yaşlı, köylü teyzeyi dinlemez, he he der yazar antibiyotiği. Ne de olsa doktordur verdiğini yutar cahil köylü. İtele gitsin.
İtele bakim sonu nereye varacak...

28 Aralık 2010 Salı

Köselem Sultan

Bir süredir devlet memurluğu ile haşır neşir olduğum için, giyim şeklini de buna göre ayarlama mecburiyeti doğuyor zaman zaman. Genelde beğenilerim ve daha önce çalıştığım işyerlerinin bu beğeniye karşı durmaması sonucu rahat kıyafetler tercih etmiş ve gardrobumu bu tarz şeylerle doldurmuşum. İyi de etmişim. Kargo pantolonumu giyer, taşlanmış sweatshirt'ümü çeker altına da botlarımı giydim mi tamamdır, şantiyeye giderim derken bu memurluk musallat oldu. 8-10 aydır çaktırmadan aynı şekilde devam etmeye çalışıyorum. Yani pantolon giyiyorum ama yanlar cepsiz, sweat giyiyorum ama düz renk, ayakkabı giyiyorum ama lastik taban falan derken bu zamana geldik. Ama şu toplanmamız gereken zamanlarda kabak çiçeği gibi ortaya çıkıyorum arkadaş. Benimle birlikte başlayan arkadaşlar sanki bir an önce başlasak da takım elbiseleri çeksek, ucu sivri kösele ayakkabılarla koridorlarda tak tak tak dolaşsak diye ölürmüş meğer. Dün birisinden bir parselle ilgili bilgi almam gerekti, yanına uğradım. Bana göz aşinalığı var, selamlaştık, derdimi anlattım, adam yardımcı oldu ama tereddütlü şekilde sordu : "Sen personelsin değil mi?" "Evet tabi" diye yanıtladım. "Yani böyle sivil görünce birden" falan diye geveledi. Arkadaş sana ne yahu. Sivilsem sana mı sivilim. Herkes grilere, lacivertlere, siyahlara bürünmüş, rugan ayakkabılar, uzun paltolar Kenan İmirzalıoğlu gibi dolaşıyor binada. Hay kalıbınızı skeyim ya.
Bu minvalde öğle aralarını değerlendiriyorum. Kendimi belli bir hizaya getirdim. Öyle ki kendi kendime kravat takabileceğimi ama ceket için daha zaman olduğunu falan söyler oldum. Vitrinleri dolaşıyorum, bakıyorum, deniyorum. Bakıyorum da kardeşim bu piyasa, bu mağazalar zinciri, bu Türk tekstil sektörünün geldiği nokta, bu çeşitlilik seçim yapmak gibi bir şans bırakmıyor insana. Birisi diyor ki, palto, takım elbise, gömlek, kravat, ayakkabı, ayrıca ceket, ayrıca pantolon, triko, kemer, atkı set yaptık fiyatı şu kadar. Öteki diyor ki bizde ceket, pantolon, gömlek, kravat bu kadar. Diğeri diyor ki git onlardan al abi, iyi fiyat vermişler. Ceketi giyiyorum, soruyorum ne kadar? Etiket fiyatı 600 tl ama 180'e düştü. Kaban giyiyorum Neo gibi oluyorum. Ne kadar? 550 ama 200' e düştü. Gömlek? 79 ama 29'a düştü. Ayakkabı? Takım alırsan hediye. Bu şartlar altında eli boş dönüyorum genellikle. Ben hanginize inanayım arkadaş. Neyi alıp giyeceğimi şaşırdım. Tam beğendim gibi oluyor, arkadaş diyor ki o marka yaramaz bende gömleği vardı, götü başı ayrı oynuyordu. Tam beğeniyorum hanım diyor ki bu ceket sana yakışmadı. Gözüme kestiriyorum, bunun numarası kalmadı. Giyiyorum bi boka benzemiyor, satıcı kimsede böyle durmadı diyor. Hadi ordan lan!
Arkadaş beni sarı kapşonlu sweatim ile başbaşa bırakın ya. Asker yeşili kargo pantolonumu verin bana. Zavallı dolapta duruyor kaç aydır. Cumartesi-pazar günlerinin resmi kıyafeti olmuş kot pantolonumu verin. Siyah Puma'm beni bekler. Kravatın kalını da incesi de senin olsun yahu. Giymeden bıktım tek alt pantolonmuş, kadife tek ceketmiş, kaşe kabanmış. Hay o kösele ayakkabının burnu gözüne girsin be. Offfff. Daraldım ınısınınımınıkym.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Resimdeki


Cuma günü akşam pas geçtim ara sıcağı. Benim menümde aperatif olmazdı zaten. Ara sıcak da zaman kaybıydı. O yüzden çift daldım resimdekine. Eskiden 1 tanesini 4 lokmada yerdim hatırlıyorum. Biradere döndüm dedim ki "bak olum hayvanlaştığım burdan bile belli". Artık 1 tanesi 2 lokma. Bir koca kâse tarhana çorbasının ardından resimdekinden 6 tane. Üstüne de 1 koca kâse aşure. Sınırlarımı genişletiyorum Osmanlı'nın yükseliş dönemi gibi. Zaten öyle bir annem var ki, daha masadan kalkmadan "yarın ne yiyelim?" diye soruyor. Ertesi günkü tüm öneriler bir kenara, resimdeki yine ağır basıyor. Cuma günü tüketilen miktar kadarını yerine koymak için annemle teyzem iş başında. Dikkatlice yapılışını seyrediyorum. Muazzam bir el işçiliği gerektiriyor. Teyzemi izlerken o kadar kendimi kaptırmışım ki, birden el hareketlerini tarif etmeye başlıyorum. Bak sol el parmakları hareket ederek resimdekini el üstünde döndürüyor, sağ el de şap şap şap vurarak kusursuz geometriyi tanımlıyor. Sol elinin ucunu ve sağ el avuç içini Sergen'in sol ayağını kullandığı gibi kullanman gerek. Sen mimarsın, gel bir tane dene. Yok ben akşam 8 taneyi deneyecem. Çatlayacaksın çocuğum.
Resimdeki gibi yağlı olması lâzım. Çatalı ortasına bastırınca fışşşt diye bir ses ile birlikte yağ çıkacak biraz. Yaparken iç malzeme dolaptan çıkmış ve soğuk, çok soğuk olacak ki dış kabuğa destek olsun. Dış kabuğu yeterince ince ve dayanıklı yapabilmenin püf noktası, harcına bir miktar çekilmiş yağsız kırmızı dana eti koymak. Makinede çekmek yerine tokmak ile dövmek en doğrusu. İçine ise kuzu. Ben maydanoz sevmem içinde, kimileri sever. Soğanları görmek istemem, kimileri ister. Dövülmüş cevizi ise ailede isteyen yoktur. Resimdekinin en iyi arkadaşı acılı şalgam. Birbirine sürekli gaz verirler. Şalgam içtikçe resimdekinden 1 tane daha yiyesin gelir, 1 tane daha yedikçe şalgam içesin.
Kendime Adana'ya dönüş yolunda gelebilmişim. Geçen 2 günde bilincim tamamen kapalı. Sadece yediklerimi biliyorum. Onun dışında tasarlamam gereken proje, pazar günü buhranı, ütü, traş, vs. hepsi traş. Varsa yoksa resimdeki...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Ginseng&Guarana

Bakma öyle. Ne olduklarını bugüne kadar ben de bilmiyordum. Ama şu an ihtiyacım var gibi hissediyorum. Dün öğleden sonra ve bugün sabah, Adana'nın eski mahallelerinden birinde sayısı 50'yi aşan binanın kabaca ölçülerini aldık bir işle ilgili. Böyle mahallelere normalde yolu düşmez insanın bu tip işler olmasa. O yüzden mental olarak hazırlıklı gitmek gerekir. Göreceğin yüzler, şehirde karşılaşabileceğin tarzda değildir. Kendini onlardan biriymiş gibi göstermezsen seni sevmezler. Bu sevmemezlik hali, senin tavırlarına göre nefrete ve şiddete dönüşebilir. Eline-koluna, ağzından çıkana dikkat etmen gerekir.
İşte bu ahval ve şerait içinde yola koyulduk, karşılaştığımız ilk ev bizi doğrular nitelikteydi. Ölçü için izin alalım derken boyum kadar bir av köpeğinin ayağa kalkıp hırlaması ile mesleği bırakma noktasına gittim, geri geldim. Neyse ki bu tip mahallelerde daha önce çok bulunmuş olmanın getirisiyle ev sahibi ile aynı dili paylaşabiliyordum. Kısa sohbetlerden sonra işimizi yapmamızda pek zorluk çıkaran olmadı. Öğlen saat 3'te ağzı bira kokan amca dahil herkes elinden geldiğince yardımcı oluyordu. Metrenin ucundan tutmak isteyenler, kahve ikram etmek isteyenler, gelinini bize şikayet eden teyzeler derken yavaş da olsa ilerliyorduk. Mahallenin delikanlısı Bekir Amca -ki amcalıktan çoktan çıkmış- yaşını tahmin etmemi istedi. 66 dedim. 83 dedi. Oha dedim. İçimden yani. Bizimle birlikte neredeyse tüm binaları gezdi. Ondan ona, berikinden ötekine ceylan gibi sekti. Umarım bu satırlardan sonra başına bir iş gelmez. İçgüdülerimizin mükemmele yakın zamanlama departmanı sayesinde saat 12'ye çeyrek kala işimizi tamamladık. Neyse ki bizim için öğlen yemek saatlerinin belirsizliği gibi bir kavram yoktu bazılarına kıyasla. Mahallelinin hayır dualarıyla uğurlandıktan sonra labirentvari sokaklar bizi sonunda medeniyete ulaştırdı. Dar sokaklarda sağa ve sola çark ederken ansızın bizi dışarı attığı nokta, gerçekten son derece anlamlıydı. Hemen karşıda bakır levha üzerine dövülmüş harflerle oluşturulmuş Kebapçı Şeyhmus tabelası, konuşma ve karar verme sürecinin anlamsızlığına işaret ediyordu. Karşı koymadık ve kendimizi teslim ettik. "2 Adana". İçecekler ne olacaktı? Bu tarz yerlerde açık ayran içeceksin. Öyle de yaptık. Koca bir tas ayran ikimizi de devirecek güce sahipti sabahki yorgunluğun üzerine. Buna bir nebze engel olabilmek adına markete uğrayıp kahve almayı teklif ettim. İçeri girdik, kahve reyonuna doğru yol aldık. Binbir çeşit kahve vardı. Üçü bir arada, ikisi bir arada, teki bir arada. Gözüme bunu kestirdim. Ginsengli ve guaranalı kahve. %20 daha fazla kafein. Sanırım bu ayranı nötrleyebilirdi. O zaman öyle düşünmüştüm. Şimdi nasıl düşünüyorum? Düşünemiyorum bile uyuşmuş durumdayım. Bırak ginsengi, guaranayı 2 tane öküz gelse beni yerimden oynatamaz. Gözü açık uyuma konusunda ders verebilirim ya da ağzını açmadan esneme nasıl olur gösterebilirim istersen. Bugün beni unut.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Müdürümün Dudakları

Tanıdığım ilk gün, enteresan bir insan olduğunu sezmiştim. Hakkında hiçbir şey bilmenize gerek kalmadan ismini-soyismini duymanız bile sıradışı birisi ile karşılaşacağınızın garantisi gibidir. Tanımaya başladıkça dipsiz bir ilginçlik kuyusudur müdürüm. Ben pat diye tanıdım o yüzden bir ordan bir burdan şekilde anlatayım istersen. Misal asker olmayıp, esas duruşta koşabilen ender insanlardan biridir. Bunu 65 yaşının çevikliği ile yapması ayrı bir hava verir müdürüme. İnşaat mühendisidir Hüseyin Abi gibi. Saçları geriye doğru taranmış, beyazlar ağırlıkta ve sabahları limon sürüldüğünü tahmin ettiğim şekilde, şık lacivert takım elbisesi ve modern topuklu ayakkabıları ile dolaşır ofiste. Tam bir beyefendidir. Beyefendiliğinin yanında ender bulunacak türden saflığı, O'nu çevresinde sevilen bir kişilik yapar. Bundandır ki asırlardır müdürlük yapmaktadır. Söylenenlere göre aslında 75 yaşındadır fakat emekli olmamak için yaşını 10 yaş küçültmüştür. Türkçesi düzgündür. Eski Türkçe kullanmayı sever. Zat-ı alilerine arz eder genelde. Üstlerine karşı inanılmaz bir kararlılıkla bağlıdır. Aldığı emri yerine getirebilmek için çiğnemeyeceği ceset yoktur. Ancak bu süreçte son derece stresli bir yapıya bürünür. Etrafta kimsenin gülmesini, espri yapmasını ya da konu dışında herhangi birşey ile ilgilenmesini istemez aksi olursa, gecikmeden, kişi hakkında Allah'tan bela ister. Ara sıra gel-git'ler yaşadığı olur. Hatta bunu aynı cümle içinde gerçekleştirmek gibi başarıları vardır. "Ben bu adamla çalışamam, istifa dilekçemi yazıyorum! Abi seviyorum ya ben bu adamı, çok iyi adam ya" diyebilmiştir. Görevini icra ederken en büyük dostu telsizidir. Bildiğin telsiz. Yeri geldiğinde müdürümün silahı, kurtarıcısıdır. Yedek şarjörü pardon bataryası kemerine takılıdır her daim. Arazide bataryasız kalmak, çölde susuz kalmaktan daha fenadır. Yeme-içme ile arası yoktur. O'nu birşey içerken nadiren görmüş olabilirim fakat yemek yemeden yaşadığını kesin dille söyleyebilirim. Genellikle sigara ile beslenir. Sigarası Bahar'dır. Ortalama 3 günde 1 sigarayı bırakır. Tekrar başladığında derin bir nefes çeker ve ekler : Bu Bahar evdeki Bahar'dan 100 değil, 1000 değil, 10000 kat daha güzel! Bahar Yenge ev hanımı, köylü bir kadındır. Müdürüm üniversiteye başlamadan önce Hediye ile tarifsiz bir aşk yaşamış, Hediye öğretmenliği, müdürüm inşaat mühendisliğini kazanınca yolları ayrılmıştır. Hediye kendini müdürüme layık görmediği için bırakmıştır aşkını. Müdürümün ısrarları Hediye'yi geri döndürememiş ve Bahar Yenge ile sırf kendini cezalandırmak için evlenmiştir. Fakat Bahar Yenge O'nu çok sevmiştir. Her sabah yumurtanın sarısını ayrı tavada, beyazını ayrı tavada pişirerek kocasına servis eder, zeytinlerin çekirdeklerini çıkartarak sofraya getirirmiş. (Burada evli bir erkek olarak farklı düşündüğüm için -miş'li geçmiş zaman kullanılmıştır.) Evde durmayı pek sevmez, haftasonlarından hiç hoşlanmaz, az uyur, mesaiye sabah 6 gibi başlar, mümkünse 11 gibi bitirmek ister. Samimileştiği zaman "abi" diye hitap eder. Bu yaşta insanların bu şekilde konuşması bana her zaman sevimli gelmiştir. "Abi şu projenin kontrolünü yaptık mı yaaa?" diye sorduğunda adeta ağzından bal damlar. Ve 65 yaşındaki hiç kimse O'nun gibi "wauvvv" diyemez. Olayın enteresanlığına göre süresi uzayıp, kısalan bir şekilde, dudaklarını normalinin 3'te 1'ine büzerek söylenen bu ünlemi duymak büyük keyiftir.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Hüseyin Abi

Her ofisin bir Hüseyin Abi'si vardır. Ben bizimkini yazacam, gelinim sen anla. Bugüne kadar 8 farklı işyerinde çalıştım, 3 aşağı 5 yukarı donanımla mutlaka bir Hüseyin Abi tanıdım. Dinle bakalım sana da tanıdık gelecek mi.
Hüseyin Abi inşaat mühendisidir. Mutlak suretle iyi bir okuldan 4 senede mezun olmuştur. ODTÜ, İTÜ bilemedin en kötü Yıldız Teknik. Üzerinden çıkarmadığı tek ceketinin yakasının solunda okulunun rozetini taşımaktan gurur duyar. Yüzünden "nasıl düştük buralara" boşvermişliğini okuyabilirsin. Halbuki "buralarda" olmasının baş sorumlusu kendisidir. Pısırıktır çünkü. Okulu okuduğu ile kalmış, daha fazlasını istemek gibi bir farkındalığı olmamıştır. Bu pısırıklığı hayatına da yön vermiş, dominant bir öğretmen eş seçmesine sebep olmuştur. Öyle ki düzenli mesaiye sahip işyerinde hergün mesainin bittiği saatten 10 dakika sonra "nerdesin Hüseyin?" konulu telefon görüşmesinde baş rol oynar. Pısırıklığını üzerinden attığı zamanlar da yok değildir. Teknolojik konularda adeta kabuğunu kırar, bir otorite havasına bürünür, tüm bildiklerini paylaşmak için can atar. Yazıcı ekleme ve başarı ile çalıştığını görme hobileri arasındadır. İnternetten film download edebilmek övünç kaynağıdır. Ama altyazılı filmlerden hoşlanmaz. Türkçe dublajlı "Inception" arar harıl harıl. Online alışverişi sevmez, ödü patlar kredi kartı bilgilerinin çalınacağından. 75 milyar limitli kart sahibi gibi tepki verir 2 milyar limitli kartının güvenliğinin tehlikesine. Bunun sonucu olarak su faturası kuyruğuna girmek ömrünün en sorgulanmaz aktivitesidir. Sığ bir disiplin içerisindedir. Gereksiz tüm evrakları mavi kapaklı dosyalarda arşivlenmiş olarak bulabilirsin. Cep telefonu faturalarının ödendi dekontunun lâzım olacağı günü iple çekerken, ömrünün son gününü de iple çekmiş olmasını umursamaz. Mütevazı bir aile hayatı vardır. Akşamlarını ve haftasonlarını ailesi ile geçirir. Erkek çocuk sahibi olmadığından evde hakimiyet zaten karısındayken 2 kızı ile birlikte skor çoktan 3-0 olmuştur. Haliyle maç izlemek yerine Yaprak Dökümü'ne maruz kalır. Fenerbahçe maçlarının sonucunu pazartesi sabahı ofistekilere sorar.
İnşaat mühendisliği ile ilgisi ikinci paragrafın ilk birkaç cümlesi kadardır. Sorulduğunda ve imza atması gerektiğinde kaşe vururken göğsünün kabarmasına yetecek kadar.

9 Aralık 2010 Perşembe

Çay Molası

Her sabah saat 08.00'da şantiyeye gelir, yoldan aldığımız simitleri, börekleri mideye indirirken dünün ve günün kritiğini yapar, evrakları şöyle bir toparladıktan sonra sahaya çıkmak için gerekli hazırlıkları yapardık. Ayakkabı değiş, yelek giy, baret tak, telsizi al. Artık hazırdık. Genelde en geç saat 09.30 gibi inşaat alanlarından birisine ulaşmış olurduk. Karşılaştığımız manzara pek değişmezdi. 07.00'da mesaisine başlamış olan işçiler tuğlalardan koltuk yapmış, yuvarlak masa şövalyeleri gibi toplanmış, çay içiyor olurlardı. Sıcak yaz günlerinde çayın yerini kolanın aldığı da olurdu ancak çay vazgeçilmezdi. Onları sabahın erken saatinde çalışmıyorken görmek pek hoş bir izlenim bırakmazdı ancak emekçinin hakkını vermek gerekirdi. Sabahın 7'sinden beri mala ile serpme atan işçinin hakkıydı mola vermek ve çay içmek. Uğradığımız diğer noktalarda da ya çay molalarına denk gelir ya da artık çay bardakları ile karşılaşırdık. Bu ziyaretlerle saati 12 yapıp şantiyeye döner, öğle yemeğinde birşeyler yedikten sonra yine ofiste halletmemiz gereken işleri tamamlar ve saha için hazırlık yapardık. Sabah ziyaret ettiğimiz noktaları tekrar kolaçan etmek için çıktığımızda saatler genelde 14.30'u gösterirdi. İşçiler yine çay molasında olurlardı. Yine çalışan işçi grubu ile karşılaşamazdık. İnşaatı geceleri cinler tamamlıyor, işçiler ise sürekli çay içiyorlar gibi bir hissiyata bürünürdük. Bir gün canına tak diyen yapım müdürü patron olmanın hafifliği ile aniden çay molasını yasaklamıştı. O kadar sinirliydi ki bizim hergün yaşadığımız durumu sanırım üst üste bir kaç kez yaşayınca şalterleri atmıştı. Bu durumda çalışamayacaklarını bildiren farklı taşeronlardan işçi grupları iş bırakmışlardı. Çay molası yoksa sandviç çatı paneli de yoktu. Yapım müdürünün aldığı kararı sahada uygulatmaktan başka yapacak birşey gelmezdi elimizden. Her ne kadar çay içmek Mekaplıların da hakkı olsa, zaten gecikmiş olan projeyi daha da geciktirecek 1 dakikaya bile tahammül edilmiyordu. Bir yandan içimden bu küçük çay molalarının hiçbirşeyi değiştirmeyeceği geçerken, bir yandan da Mısırlılarda çay molası olsaydı piramitlerin yapılamayacağını düşünürdüm.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Haftanın Sonu Haftanın Başı

Kısa kısa haftasonu notları ;

-Cuma günü Mersin'e gidiş. Tok karnına anne evine ulaşmanın pişmanlığı. Biber, kabak dolması, lahana sarması ve bamyaya sadece göz zevki için ara ara bakış. Baba ile yan gözle Trabzonspor maçı ve geyik muhabbeti. Biraderin katılımı ile maç kritikleri.
-Cumartesi rutin araba temizliği, noyferti kurtarma operasyonu, iddia kuponları ve kronolojik sıra ile naklen yayınlar. Real Madrid maçı ile biten seride toplam 7 futbol, 2 basketbol maçı. GS maçının ardından girişilen çiğ köfte ayini. Şunun ve bunun verdiği hayret ve sinir.
-Pazar geç kahvaltı, Türk kahvesi keyfi. Adana'ya erken dönüş. BJK maçı ile birlikte gömlek ve pantolon ütüsü. Mersin hasılatı mandalinalarla C vitamini banyosu. Erken uyku.
-Pazartesi 59 gün aradan sonra yağmurla uyanma. Bazal metabolizma mesaisi. Mümkün mertebe işten uzak durma. Bloglar ve öğleden sonra tatlı keyfi. Av Mevsimi'ne rezervasyon. Tiyatroya rezervasyon.

Eve dönüş vakti. Kaydı yayınla.

3 Aralık 2010 Cuma

Hayatın Anlamı

Hemen buldum sanma lan. Başka bişeyden bahsedecem. Genelde günlük ve hatta anlık yaşamaya çalışan, olmadı düşünen bir yapıda olduğumu söyleyebilirim. Günlük aşılması gereken sorunlar, halledilmesi gereken ıvır-zıvırlara inanılmaz derecede konsantre olabilme becerim var. Eti puf ambalajı ile sinek yakalamaya çalıştığım zamanlar beynime hızlı bir format atıp, ne var ne yoksa siler, yapmam gereken şeye odaklanırım. O sinek yakalanacak ve saatlerce o ilkel telefon olarak kullandığımız kutunun içerisinde ölüme terkedilecek. Hayvanseverlik varsa içimde barındıramam o süreçte. Unuturum benliğimi. Şimdi Lucky Number Slevin iniyor bilgisayarıma. Hislerim tarifsiz. Sanki elimle tutup çekiyorum. İki elim de meşgûl. Birisi elini uzatsa toka yapamam. Bu bitmeden kimseyle tokalaşamam. Kısa vadede bugün Mersin'e yollanıyorum. Haftasonu Noyfert'i alıp gelmem lâzım bir alttaki post gereği. Kıyamet kopsa Mersin'e giderim. Kurtlu peynir gibi de hareketli olurum gidip gelene kadar. Geçecek olan 48 saatten ne hatırladın derlerse ileriki günlerde, "Noyfert" derim esas duruşta tümgenerali selamlayan asker gibi.
Hâl böyle olunca, kendi başıma kolaylaştırdığımı düşündüğüm hayatım, diğer insanoğulları ile kesiştiğinde asenkronizasyon sorunu kaçınılmaz olmakta. Dün aldığım bir habere göre 28 Ocak tarihinde misafirim varmış. Takvimde o tarihe ait yıl 2011 olarak görünüyor. Benim bu haberi almış olmam, karşı taraf için ne kadar büyük bir adımsa benim için en fazla 1 Neill Armstrong adımıdır. Bugünümü değiştirmeyen hiçbirşeye gerçek anlamda bağlılık göstermemin imkânı yok evet. 27 Ocak tarihine kadar annemin tabiriyle "aladağdan serin" olurum. 27 Ocak'ta paniğin allahını yaparım. Ama 2 ay rahat, gevşek, umursamaz. Uzun vadeli planları belli periyotlarda dilatasyon ile ayırırım. 3 günden uzun plan olmaz. Yaparsan şayet, 3 gün öncesinde tekrar plan yapmaya başlarsın çünkü. Yaptıkların da bir tarafına girer. Kodumun filmi in artık.

2 Aralık 2010 Perşembe

Noyfert

Son on aydır mimarlıkla haşır neşir olmak yerine kendimi internete ve başka saçma zırvalara verdiğim için adını duyduğumda bir an "o kimdi lan?" hezeyanı yaşadım hanım telefonda "noyfert var mı noyfert?" diye gıdaklarken. Hakikaten noyfert de kimdi? Kendime güçlükle gelebildim ve "yok burda noyfert" diyebildim. Harıl harıl çalışan mimar bir eşim vardı. Bense devlet memurluğu ile günümü geçirmekteydim. Adeta "memura her gün noyfert" havasındaydım. "Bana sor, bana sor" diyordum telefonda Rocky Balboa gibi. Ama bu kibir, o an için eşimin sorununu çözememişti. O'na bildiğin mavi kapaklı kutsal kitaptan lâzımdı. Lüzûmsuz bir koca, ihtiyaç duyacağı son şeydi. Bu düşünce hemen devreye b planını sokmam gerektiğini beynime raptetti. Hızlı bir google taramasının ardından nette pek fazla download edilebilir birşeyler bulamayıp, mesai penceresinden bakıldığında pek ayırt edilemeyeceğimiz dostumu aradım. Elinde pdf formatında bir ingilizce bir kopya olduğunu, boyutunun ise modern dünya dilinde megabaytlarca yer kapladığını söyledi. O an için ulaşmak imkânsızdı yani. Bu ulaşamamazlık ve -sız, -siz ekleri ile sonlandırılmış sıfatlar, aslında bize birşeyler anlatıyordu. Türkiye'de ilk kez 1976 yılında türkçe olarak basılan kitap, geçen 34 yıl içinde hiçbir mimar, mimarlık öğrencisi ya da ihtiyaç sahibi tarafından digital olarak kayıt altına alınmamış, alınsa bile paylaşıma sunulmamıştı. Hazır lokmacı mimar adayları harıl harıl nokta detayı aramakla meşgûldüler demek ki torrentlerde ve rapidlerde. Paylaştıkları ise bol bol zevzeklik ve pişmiş armutçuluk idi. Acilen yola koyulmamız gerekiyordu. Öncelikle mezuniyetten sonra pek yüzüne bakılmayan kutsal kitap, anne-babanın evinden alınacak, güve boklarından arındırılacak ve tekrar hayata döndürülecekti. Ardından hummalı bir çalışma ile yaprakları tek tek ayrılacak, tarayıcının kapağı 618 defa kaldırılıp indirilecekti. Lanet olsun bunu birilerinin yapması gerekiyordu ve duyarsız bazukalılar topluluğu kılını bile kıpırdatmamıştı. Durum bir yandan hayret verici iken bir yandan da gayet sıradandı. Arkadaşının makatına kompresör ile hava basıp, bağırsak patlatan bireylerin olduğu toplumdan daha fazlasını beklemek iyimserlik olurdu. Yapmamız gereken, görev dağılımını yapıp harekete geçmekti. E hadi o zaman.

30 Kasım 2010 Salı

Neyin peşindeyiz?

Liseden beri böyle gidiyor sanırım. Yani ortaokulu pek hatırlamıyorum. O yüzden liseden beri diyebilirim. Böyle garip bir hafızam var. Ben gittikçe o da benimle birlikte geliyor. Geride kalanları tamamen siliyor hard diskten. Yakında lise zamanlarını da hatırlamaz olurum. Neyse. Liseden beri böyle diyordum. İyi bir sayısal öğrencisiydim. Matematik ve fizik-kimya derslerim iyiydi. İyi notlar alırdım. İyi derken 90 üstü. Ama bir tuhaflık vardı. Tarih-coğrafya-edebiyat derslerinden daha çok keyif alıyordum. Fizik dersleri sanki tek kişilik işkence odasında ellerim bağlı sandalyede oturur vaziyette yapılıyordu. Matematik dersinde 50 dakika geçmek bilmiyordu. Kendimi sürekli pazar öğleden sonrasında gibi hissediyordum bu derslerde. Hep bir kasıntı, hep bir sıkıntı. Üniversitede derslerim iyiydi. Mimarlık bölümünü 4,5 yıl gibi kısa sayılacak bir zamanda bitirdim. Alttan dersim hiç olmadı. Ama proje dersleri beyinsel tecavüzü andırıyordu. Girmekten en çok hoşlandığım dersler karanlık odada tepegöz kullanılan derslerdi. Öyle ya karanlıkta dersi dinleyip dinlemediğini kimse göremezdi. Hatta meksika dalgası yapmışlığımız bile vardı bu derslerin birinde 5 kişilik taraftar, pardon öğrenci grubuyla. İş hayatı başladı sonra. Araştırma görevlisi oldum. Bölüm başkanı okulda yokken yardımcı doçentler dahil tüm kadronun birbirine kağıt atan, sınıfta uçak uçuran öğrenci moduna indirgendiğine şahit oldum. Bölüm başkanı varsa dersler tam 5'te biter. Yoksa 4.15'te. Mimarlık ofisinde çalıştım. Ofis, patronun şehir dışında olduğu zamanlardaki gibi çalışsa 2 aya kalmaz iflas eder. Şantiyede çalıştım. Herkesin yüzünün güldüğü tek ortak gün, yağmurun yağdığı, ofise mahkum olduğun gayrı-resmi tatil günleridir. Yapım müdürünün haftasonu tatile gittiği zamanlar tadından yenmez. Memur oldum. Müdür yokken online okey masası kurulur ve iddia bayisi gibi olur açık ofis. Bu açık ofisi icat edeni sksinler. İşin garibi bölüm başkanı da, patron da, yapım müdürü de, müdür de bütün bu düzeni sağlayacak adamlar gibi durmuyor. Onlar da başka zamanlarda başka gruplarda benzer eylemler içerisindeler. Pamuk ipliğine bağlı gidiyoruz sanki. Sempozyumda uyuyan bölüm başkanı, rakı masasında işlerin koy götüne diyen yapım müdürü, yurtdışında moldovalı peşindeki dindar patron vs vs. Öyleyse nereden geliyor bu kaytarmacı ruh hâli. Nereden geliyor bu kaçamak/kaçarak hayat sevdası. Baka baka böyle olduk. Baka baka böyle olacaklar. Kaç yaşına kadar devam eder bu durum. Kaç nesil devam eder. Çaktırmadan bu dünyada yaşayıp, çaktırmadan kaçıp gitme peşinde miyiz? Neyin peşindeyiz?

25 Kasım 2010 Perşembe

Erik'in Oğlu

Son bir umutla yola çıkmıştım. İçimde hâlâ telefonumu kurtaracağıma dair bir his vardı. Her ne kadar onu bir süredir ikinci hattım için görevlendirmiş olsam da ikinci plâna atmış değildim. Bu yüzden onu yaşama döndürebilecek son umudum tükenene kadar mücadeleye devam edecektim. Zaten bugüne kadar 150 tane şarj aleti almış olmam bunun bir göstergesiydi. 150 şarj aletine verdiğim para ile 2 yeni telefon edinebilirdim rahatlıkla. Daha önce hiç uğramadığım bir bölgeye adım atmam gerekiyordu bu son operasyon için. Bir plâza. Dışarıdan bakılınca bir plâzaydı evet. Ama döner kapıdan içeri adım attığında karşılaştığın manzara daha çok bit pazarını andırıyordu. Yanyana dizilmiş dükkânların tamamı istisnasız şekilde cep telefonu satıcı ve tamircileri tarafından istilâ edilmişti. Acaba hangisini tercih etmeliydim. Sebebini bilmeden birkaç tanesini geride bıraktım vitrinlerine bakarak. Gayri ihtiyari şekilde daldım içlerinden birine. Geri adım atamazdım çırağın "buyur abi" çağrısından sonra. Tezgâhın arkasında iki çırak ayakta görev başındalardı. İçerisi made in China akımının azılı bir temsilcisine benziyordu. Binlerce telefon kapağı, çakmak şarjı, ıvır zıvır plastik elemanlar duvarları kaplıyordu. Hemen sağ taraftaki patron masası olduğunu tahmin edebileceğin masada patron olduğunu tahmin edebileceğin adam, bir tepsi içerisindeki tabaklarda yemek yemekle iştigâldi. Dikkatli bakınca menüyü fark edebildim. Metal tas içinde nohut ve plastik tabak içerisinde pilav. Alelâde saçılmış birkaç türde yeşillik. Gözlerimi daha fazla o noktada tutamazdım zira patron yemeğin anasına küfreder gibi yiyordu. İşlerin kesatlığını nohuttan çıkarır gibi bir yüz ifadesi ile kaşıklıyordu yemeğini. İçeriye girip çıkan müşterilerden rahatsız olduğunu hissettirecek bir ruh hâli veya davranışı olduğunu söyleyemem. Normal süresi içerisinde yemeğini yiyecek ve tepsiyi kaldırması için tezgâh arkasındaki gençlerden birine "kaldırın!" talimâtını verecekti. Fazla konuşkan birisi olmadığına kanaat getirdim. O anda genç çocuğun normal olarak beni beklediğini farkettim ve telefonumu çantamdan çıkardım. Telefonun şarj olmadığını, bayramda bir anlık sinirle şarj aletini kırdığımı, sorunun telefonda mı yoksa şarj aletinde mi olduğunu bilmediğimi söyledim. Telefonu elimden aldı ve minik minik ekipmanların olduğu sehpaya doğru yöneldi. O kadar minyatür parçalar vardı ki o tornavidalardan birisi ile vida açmam imkânsızdı. İlk yaptığı eylem tahmin edilebilir şekilde yeni bir şarj aleti çıkartıp telefonu prize takmak oldu. Şarj aletleri arka duvardaki rafların altında yerdeki mukavva kutuların içerisinde istiflenmişti. Kutuların üzerinde tek tek telefon modelleri yazıyordu. O kadar çok kutu ve o kadar çok şarj aleti vardı ki bu kadar şarj aletine kim ihtiyaç duyar diye içimden geçirdim. Fakat bir telefon için aldığım şarj aleti sayısı aklıma gelince tekrar sakinleştim. Doğal olarak beklediğim şekilde telefon şarj olmadı. Genç vazgeçmedi hemen. Aynı telefonu şarj edebilen başka bir şarj aleti çıkardı, denedi ama nâfile. Sonuç aynıydı. Bu sırada patron bizi gözlüyor bense sehpanın arkasındaki telefonumun ekranına sünmüş şekilde bekliyordum. Patron konuşmadan, eliyle başka bir şarj aletini işaret ederek onu kullanmasını tavsiye etti. Olaya müdahale şekli ve soğukkanlılığı beni umutlandırmıştı. Daha motive vaziyette bu hamleyi bekliyordum. Genç şarj aletini açtı önce telefonun arkasına sonra prize taktı. Takması ile birlikte gümmm! Allah diye zıpladığımı ve karanlıklar içinde patronun bana sinsi gözlerle bakışını hatırlıyorum. Şarj aleti patlamıştı evet. Sigortalar da atmıştı doğal olarak. Sigortayı tekrar kaldırmak yine bizim gence düştü. Fakat o sigorta öyle bir yerdeydi ki müdahale etmek imkânsıza yakındı. Dükkânın en sonundaki duvarın sol üst köşesinde tavanın hemen altındaydı. Sandalyenin üzerinde vileda yardımı ile tekrar elektriğe kavuşmuştuk. Elektriğe kavuştuğumuz anda kapıdan içeri giren neşeli bayan hemen tespiti yapıştırdı : Ahahah ben geldim ışıklar yandı. Bataryasından muzdaripti ve yenisini istiyordu. Ne kadar diye sordu. Patron "bizde iyisi var ama" diye böbürlendi. Kadın cevabını alamamanın verdiği gerginlikle tekrar "ne kadar?" diye tekrarladı. "3 lira" cevabı "ama bizde iyisi var" cevabı ile çelişmesine rağmen kadın "peki alıyorum" diyerek alışverişi noktaladı ve çıktı. Genç ile ben ise sorunun bataryamda olabileceği zannı ile 7-8 tane bataryayı ambalajından çıkartıp denedik. Sonuç yine hüsrandı. Aslında yeterli sayıda şarj aleti ve batarya ile bu denemeleri evde de yapabilirdim. Yine de bunu O'na hissettirmedim. Ancak zaman hızlı ilerliyordu. Yaklaşık 40 dakika sonra genç başını olumsuzluk içeren anlamlar paralelinde sağa sola salladı ve yıkıcı tespitini dile getirdi : Olmuyor...Sorun ya bataryada ya telefonda ya da şarj aletinde...Eveeeet. Yaklaşık 40 dakika sonunda vardığımız nokta buydu. Yavaş ama temkinli ilerliyorduk fakat bu şekilde sonuca varmamız 40 günü alabilirdi. Oysa yapacak başka angarya işlerim beni sıkıştırıyordu. Hazır oraya kadar gitmişken hemen köşedeki dükkândan kahve almalıydım. Pek birşey başaramamıştık ama bu titiz çalışma için gence teşekkür edip plâzanın döner kapısından çıktım ve sola döndüm. Taze çekilmiş kahve kokusu aklımı başımdan almıştı...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Acele Bacı

Bitti de kurtulduk yahu 9 günlük tatilden. Buzağı gibi yatmadıktan sonra ben tatile tatil demem. Araya bayramı sokmasalardı belki anlamlı olabilirdi. Yine zorundalık sistemin kurbanı olduk. Tatil teorime olan inancım daha da güçlendi. Şunu düşünüyorum. Bir devlet dairesinde çalışan memur 365 günde ortalama 145 gün tatil yapıyor. Yani yılda neredeyse 5 ay. Küsûratları atıyorum. 4 ay diyorum. Koca 4 ay. Ama her cumartesi-pazar aynı terâne gerçekleşiyor. Cumartesi yapabilirsen birşeyler yap, pazar gününü ütü-banyo-çamaşır şeytan üçgeninde ve pazar öğleden sonrası bunalımının yoğun baskısında geçir. Diyorum ki; 3 ay boyunca cumartesi dahil çalışılsın. Hatta pazar günleri de her departmanda belirli görevliler ile hizmet devam etsin. 3 ay sonunda 1 ay tatil olsun. 3 ay mesai 1 ay tatil, 3 ay mesai 1 ay tatil. Düşünsene her 3 ayda 1 başka ülkeye gitme fırsatın var. 3 ay çalış İtalya'ya. 3 ay çalış Hindistan'a. Beğenmezsen yurtiçi şehirlerarası. 3 ay çalış Edirne'ye. 3 ay çalış Artvin'e. Yoksa bu gidişat beni benden alır 3-5 seneye. Bayram biteli 1 hafta oldu. Elim işe gitmekte zorlanıyor. Böyle stratejik aralıklarla ufak tatiller motivasyonumu çok düşürüyor. Bu bayram bitti şimdi kendime yeni hedef seçmem lâzım tembellik ve üşengeçlik için. Zaten cumartesinin varlığı bütün hafta içinin gerekliliğine inancımı oldukça düşürüyor. Bütün bunlara ilâve olarak kız dediğin uzun bacaklı olur diyor ve kaçıyorum.

11 Kasım 2010 Perşembe

Zorundalık Sistem

Zorundalık sistem, fiziksel görünüş bakımından ondalık sisteme benzer fakat muhteviyatı bazı farklılıklar gösterir. Karşılaştırmalı analiz yerine tek taraflı tarifi tercih edeceğim ki zaten ondalık sistemi yetmişinci kez okumanıza gerek yok lise bitene kadar beyniniz yeterince tecavüze uğramıştır.
Aklıma geldiği gibi hızlıca sıralıyorum. Zorundalık sistemde "ayar" diye birşey vardır. Mutlaka ayarlaman gerekir. Saati ayarlarsın, alarmı ayarlarsın, kanal listesini ayarlarsın, bloguna arka plan ayarlarsın, işe giderken giymen gereken gömleği akşamdan ayarlarsın, işyerinde autocadde ayar yaparsın. Ama ayar veremezsin. Zorundalık sistemde "lâzım" diye birşey vardır. Sabah 7'de kalkman lâzımdır, traş olman lâzımdır, ütü yapman lâzımdır, haftasonu ev temizliğine yardım etmen lâzımdır, erken yatman lâzımdır, faturaları düzenli yatırman lâzımdır, her aklından geçeni her yerde söylememen lâzımdır. Ama ismi lâzım değildir. Zorundalık sistemde "ritüel" diye birşey vardır. Doğumgünü mailleri gibi, kandil mesajları gibi, bayram tebrikleri gibi, istiklâl marşı gibi, "bey" gibi "hanım" gibi. Sırtlan gülümsemesi. Zorundalık sistemde olmazsa olmazlar vardır. Yemek yersin, su içersin, trafiğe çıkarsın, okula gidersin, işe gidersin, tuvalete gidersin, banyo yaparsın, konuşursun, çalışırsın. Zorundalık sistemde "teknoloji" diye birşey vardır. Tft, lcd, led, plazma, megapiksel, gigabyte, sim kart, eft, atm, cep telefonu, internet, uydu. Ama uymazsan olmaz.
Ve bütün bunlardan geriye kalan şeye hayat denir. Ondalık sistemde ortalama 70 yıl, zorundalık sistemde totally 3 bilemedin 5 yıl sürer.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Çınar Ağacı

Herşey gerizekalı bir kot ceketin haddini bilmez bir şekilde bir kebapçıda bağımsızlığını ilan etme girişimi ile başlamıştı. Belki de başlangıç bu değildi emin değilim. Ben neden çınar ağacı olmak istediğimi düşünürken ansızın gelen telefon, bana bunun bir başlangıç olabileceği fikrini verdi belki de. Arayan karımdı. Şehirdışındaki kuzeni, arkadaşları ile Adana'ya gelmiş ve binlerce yerli turistin izinden giderek bu kısa ziyareti kebap ile anlamlandırmaya girişmişti. Telefonun ucunda karımdan bunları dinlerken altıncı ve yedinci hislerim harekete geçerek beynime vücudumda gerginlik yaratan mesajlar iletmeye başlamıştı bile. Bütün bu zırvaların benimle ne alakası olabilirdi ki karım beni arıyordu. Çok beklemeden gerçek ortaya çıktı. Yapmam gereken şuydu : Lanet kot ceket, keyifli kebap ziyafeti sırasında lanet sandalyede unutulmuş gitmişti. O ceketi kebap kokuları üzerine sinmeden kurtarmam gerekiyordu. Ve durum acildi. Hepsi bir kenara, durumun aciliyeti bile beynime kan sıçraması için yeterliydi aslında. Eğer herhangi birşey acilse tansiyonum normal seyrinin çok çok üstüne çıkar, engelleyemem. Aslında o ceketi kurtarmaktan daha öncelikli işlerim vardı. Bir arkadaşa 102 ekran LCD TV için deneme amaçlı full hd 1080p videolar, ötekine doğumgünü resimlerinden 3-5 adet seçme ve gönderme, berikinin cep telefonunun servise teslim edilmesi vs vs. Zaten uzun zamandır herhangi bir insanla iletişime geçmemi gerektirmeyen bir meslek arayışı içerisindeydim. Lanet bakkal dükkanında bile günde yüzlerce insanla diyaloğa girmek gerekiyordu. Hayalini kurduğum kebapçı dükkanının temeli insana dayanıyordu. Horozlara kebap satamazdım ki. Her mimarın rüyası bar açma fikri de insanoğlu yüzünden yüzümü ekşitiyordu. Ben ne iş yapacaktım peki? Yapmam gerekiyor muydu? Bırakıldığım bir yerden tekrar kalkmam gerekiyor muydu? Kaç gün hiç kıpırdamadan ve konuşmadan durabilirdim? Bundan şikayet eder miydim? Modern dünyaya mı aittim? Değilsem hangi zamanın insanıydım? İnsan mıydım? Son telefonu kapattıktan sonra ayaklarımdan yukarıya doğru ilerleyen bir titreme hissettim. Titreşim beynime doğru ilerliyordu ve engel olma ihtiyacı hissetmiyordum. Aşağıya baktığımda hemen sol tarafımdaki bankta iki yaşlı oturmuş, soluklanıyorlardı. Elleri bastonluydu her ikisinin de. Şapkalı olan daha konuşkan gibiydi de diğeri pek oralı olmuyordu sanki. Yapraklarım yavaş yavaş yeşilden kızıla dönüyor birkaç aylığına çıplak kalacağım günler yaklaşıyordu. Adana'da çok dert edilecek bir durum değildi bu. Ne de olsa meyvem yoktu. Kabuğunun kalın olduğundan ya da tadının ekşi olduğundan şikayet edilecek meyvem olmaması, çıplak kalacak olmanın endişesini örtüyordu. Kebapçıda unutulan bir ceketi kurtarmam da gerekmiyordu. Hatta yerimden kıpırdamam bile gerekmiyordu. Teknolojinin de canı cehennemeydi. Sadece aşağıda koşuşturan gerzekleri ilgilendiriyordu bluetoothlarının açıklığı veya kapalılığı. Benim yapmam gereken sadece zamanı geldiğinde polenlerimi etrafa saçmak ve pazartesiyi icat etmiş sivri zekalıları hapşırtmaktı. Bu hapşırıklar benim burada olduğumu onlara hatırlatsa da sanırım buna katlanabilirdim.

5 Kasım 2010 Cuma

Bilmem Kaçıncı Cuma

Sıradan bir kasım ayının sıradan bir cuması. Haftanın son iş günü. İnançlılar namaz telaşında. Saatleri namaza göre ayarlamışlar. Ben yemekteyim. Yanımda 3 kişinin oturduğu bir masa var. Kılıklarından bankacı olduklarını tahmin ediyorum. Bir yandan tıkınıyorlar, bir yandan laflıyorlar. İçlerinden birisi dertli. Son zamanlarda ne kadar çok çeyrek altın taktığını anlatıyor diğerlerine. Harun'a düğününde çeyrek takmış, Halime'nin çocuğu olmuş O'na bir çeyrek. Faruk'un oğlu sünnet olmuş. Faruk 2 çeyrek parasına denk gelen bişey istemiş. 2 dakikada toplam 25'e yakın çeyrek hesapladı sonra çıkan sayıyı 4'e böldü kaç tane tam altın taktığını hesap etti. Sonra bu tam altınları tekrar 4'e böldü kaç çeyrek olduğunu buldu. Öyle ya çeyrek üzerinden toplam hesap yapması daha kolaydı ve 2,5-3 milyara yakın bir para yatırdığını söyledi. Konuşmayı yapmadan önce hazırlıklı gibiydi. Bu kahrolası parasal hesapları yapmak bu kadar spontane olamazdı. Ben ise bu sırada kafamı kaldırmadan işime konsantre olmuş, tabağımdan patates kızartmalarını boy sırasına göre ve elimle yemekle meşgûlüm. Eli tepsili hanımlar-beyler masa seçme yarışındalar. Cam kenarı isteyenler, dışarıda oturalım teklifi yapanlar, TV manzarasını tercih edenler. Tam bir kaos. Yine bankacı olduğu tipinden belli bir başka bayan mevcut kilosuna aldırış etmeden büyük boy pizza, elma dilim patates ve coladan oluşan menüsünü coşkulu bir yüz ifadesiyle midesine indiriyor. Umursamazlık bu sanırım. Buradan bir an önce ayrılmam lâzım. O kadar ki hemen arka tarafta oturan mühendis Celal Bey'i görmezden gelebilirim. Mekanda benim farkımda olan en gerçek şey fotoselli kapı. Beni asansörlerin bulunduğu hole buyur ediyor. Asansörle aşağı inerken aklımdan mandalina geçiyor. Evet mandalina. Soğuk algınlığımın doğal ilacı. Antibiyotiklerden daha fazla inandığım turunçgil. Markete uğramalıyım. 1 koca kilo mandalina 0,79 tl. Gözümle seçiyorum iyilerini dolduruyorum poşete. 1,470 gram ve 1,16 tl. Hepsini yiyebilirim. Kasada önümdeki ofis çalışanı şık hanımefendi salatalık almış arkadaşı ile birlikte. Belli ki bazı fiziksel çıkıntılardan rahatsızlar. Onların ne yaptığı ile ilgilenecek kadar sabrım yok. Poşetimle işyerine doğru yürüyorum. Köşedeki büfenin gazete raflarındaki iddia bülteni ilgimi çekiyor. Alıyorum bir spor gazetesi. Biliyorum ama bakıp d 3 maç oynayacak enerji ve motivasyona sahip değilim. Beklemek hoşuma gitmiyor çünkü. Kısa yoldan zengin olmam gerek. Uyanığım ya. Elimde iddia gazetesi ve bir poşet mandalina ile ofise giden bir mimar olarak kimseye görünmeden hedefe ulaşmak istiyorum. Neyse ki işyerinin asansörü bana bir iyilik yapıyor ve benim haricimde hiç kimseyi asansöre kabul etmiyor. Tek başıma beşinci kata ulaştıktan sonra bir sağ yapıyorum. Bir sağ daha ve işte masamdayım. Bütün bunları yazarken bir yandan da neden çınar ağacı olmak istediğimi düşünüyorum.

28 Ekim 2010 Perşembe

Asabiye


Büyükşehirde miyim, küçükşehirde miyim henüz farkına varabilmiş değilim. Bürokratik anlamda 14 tane büyükşehirden birinde yaşıyorum. Bu kesin. Ancak olanaklar, yaşam tarzı ve mevcut durum penceresinden baktığımda tereddütler yaşamamak imkânsız. Yazım denetiminde şapkalı sözcüklerin altını çizen bu bilgisayara da lanet okuyorum. Al lan sana inat bîlgîsâyâr. Neyse sakin ol aslanım boşver. Ne diyordum. Büyükşehir. Asfaltı tacize uğramamış tek bir sokağı olmayan şehir. İmara aykırı yapısız tek bir caddesi olmayan şehir. Kimliksiz, karaktersiz mimarinin hüküm sürdüğü şehir. İnsanı rahat, insanı pişkin şehir. İşini adam gibi yapmayanların şehri. Kıvrak zekâların şehri. Ahbap-çavuş ilişkilerinin şehri. Amına kodumun şehri. Memleketim.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Minareye Kılıf

Nerden başlayacağımı bilmiyorum. Aynı milli takım gibi dağınık bir vaziyetteyim. Sorunlar o kadar çeşitli ki, sorunları gruplamakta ve önceliklendirmede ciddi sıkıntılarım var. Yorumcuların her biri bir taraftan dalıyor. Yok Oğuz Çetin, yok Hiddink az maç izliyor, yok kendi kulübünde oynamıyormuş. Abartmadan hepsinde haklılık payının olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu durum sorunun bırakın çözümünü, tespitine bile ön ayak olmaz kanımca.

Kadro seçimi ve yapısından başlamak istiyorum becerebilirsem. Çok uzun zamandır –Terim’in takımın başına geldiğinden bu yana- milli takım aday kadrolarını hatırlamaya çalışıyorum. Tek tek maç kadrolarına ulaşmak zor değil, ama çok gerekli de değil. Benim tespit ettiğim en önemli nokta üst üste 2 maçın aday kadrosunun aynı olmadığı. Bu durum sakatlıklarla veya cezalı olma durumu ile izah edilecek kadar basit değil. Terim geldiğinde, herkes ondan köklü değişim bekliyor, artık misyonunu tamamlamış nesilin yerini devredeceği takımı oluşturmasını bekliyordu. Bu beklenti ile aday kadrolar sürekli farklılaşıyor, denemeler yanılmaları getiriyor fakat denemekten bıkılmıyordu. Oyuncu havuzu genişti ne de olsa. Kısa sürede tamamlanması gereken bu süreç Terim’in 4 yıllık görev süresinde ne yazık ki tamamlanamıyor ve revizyon Hiddink’e kalıyordu. Hiddink de bu geleneği bozmuyor ve 5-6 maçlık serüvende 5-6 farklı kadro ile mücadele ediyordu. Şimdiki beklentimiz önümüzdeki uzun boşlukta kadronun daha stabil hale gelmesi ve 2014 turnuvasında oynayacak çekirdek kadronun şimdiden oluşturulabilmesi.

Hem Terim’in 4 sene boyunca yaşadığı hem de Hiddink’in bundan sonra yaşayacağı sıkıntının sebeplerini ortaya koymaya çalışalım. Çok geriye gitmeye gerek duymadan baz alabileceğimiz başarılı bir örnek takımımız var. 1998-2004 arası yakalanan başarılar ve istikrar hafızalarımızda. Almanya’yı, Hollanda’yı mağlup ettiğimiz dönem sadece maç bazında değil, süreç olarak başarılı olduğumuz ve bu galibiyetlere şaşırmadığımız bir dönem. Bu dönemde milli takımı oluşturan oyunculara baktığımız zaman yüzde yüze yakın bir oranda 3 büyükler ya da 4 büyükler dediğimiz takımlardan seçilmiş oyuncular olduğunu görüyoruz. Bunun en temel sebebi 4 büyüklerdeki yerli oyuncuların kalitesinin, Anadolu kulüplerindeki yerli oyunculara göre çok üstün olması. Ya da Anadolu kulüplerinde gerçekten kaliteli olan yerlilerin takım içerisinde bir şekilde kaybolup gitmesi. Ne yazık ki arada ciddi bir uçurum vardı o dönemde. Lig sonu puan durumu 4. takım ile 5. takım arasındaki puan farkı veya tepedeki 4 takımın ligdeki galibiyet sayılarının şimdiki durum ile kıyası bu durumu daha net ortaya koyabilir. 4 büyüklerin yerlilerinin bariz kaliteli olduğunu söyledik özetle. Aynı zamanda büyük kulüp içerisindeki yerli oyuncuların bazılarının da diğerlerinden ciddi kalite farkı olduğu durumu mevcut idi. Yani kaliteli yabancılar ve kaliteli yerliler arasında organize oynanan futbol içerisinde görevini yapan, sırıtmayan ancak maksimum noktası belli olan futbolculardan bahsediyorum. İşte bu ahval içerisinde milli futbolcu seçmek için çok fazla mesai harcamaya gerek kalmıyordu. Zaten o dönemlerde gurbetçi futbolculara kapılar kapalıydı. Almanya’da futbolcu nesil henüz daha bebekliğini yaşıyordu. Fabrika işçilerinden de milli futbolcu olmazdı. Dışarıya transfer olan pek futbolcumuz da olmadığı için gözler sadece yurtiçinde, hatta sadece 4 büyükler üzerindeydi. Hal böyle olunca bu kısırlık, aynı zamanda ironik bir istikrara sebep oluyordu. Milli takım ilk onbiri 1-2 değişiklikle herkes tarafından sayılabilir haldeydi. GS genelde yabancı kaleci tercih ettiğinden kale FB-BJK dışına çıkmazdı. (Engin-Rüştü). FB genelde yabancı forvet tercih ettiğinden ileri uç GS-BJK dışına çıkmazdı (Şükür- Ertuğrul). Bu durum milli takım bazında birlikte oynamışlığa yol açıyor, takımı bir kulüp havasına yaklaştırıyordu. Sergen’in uyum sıkıntısı yaşamadan 4 büyük takımda da başarılı olması, bu takımlardaki arkadaşlarının çoğu ile uzun zamandır milli takımlarda oynamış olmasıyla bile açıklanabilirdi. Herkes, bir sonraki maçta bir aksilik yoksa Rüştü’nün kalede, Bülent-Alpay’ın göbekte, Sergen’in ortada, Şükür’ün ilerde olacağını bilir, kanatların Hakan Ünsal, Davala’ya emanet edilebileceğini rahatlıkla tahmin ederdi.

Şimdiki sıkıntıyı izah etmeye çalışırsak; en temel sebeplerden birisi 4 büyüklerdeki yerli oyuncu kalitesi ile Anadolu kulüplerindeki yerli oyuncu kalitesinin birbirine yaklaşması. Yani hangisi ilerledi hangisi geriledi bilemiyorum. Fakat ilk onbirdeki yabancı oyuncu sayısının artması ile kadrodaki sayıları azalan yerli oyuncuları, kilit adam olmaktan çok görev adamı olmaya başladılar. Kaliteli bir yabancı omurganın yanına serpiştirilmiş çalışkan yerliler, kulüplere başarıyı getirmeye yeter hale geldi. GS’de banko oynayan Orhan Ak, Ümit Karan, Cihan gibi oyuncuların süper lig takımlarında oynuyor olmaları, ya da 29 yaşına gelmiş Mustafa Sarp’ın GS’ye transfer olup ilk onbire yerleşebilmesi bu kalite yaklaşmasına bir örnek olabilir. Yusuf Şimşek’in durumu, Tabata’nın durumu, Fener’in alıp verdiği adamlar ilk aklıma gelen örnekler. Çoğaltabiliriz. Kalitelerin aynı seviyeye çekilmesi yurtiçinde gözlem alanını genişletmiş oldu. Bu sebeple artık Ankaragücü maçlarını da, Gaziantep maçlarını da en az 4 büyükler kadar önemle takip etmek gerekti. Yetmezdi çünkü artık yurtdışına gönderdiğimiz oyuncularımız da vardı. Onların da ne yaptıklarını iyi izlemek gerekiyordu. Tabi bir de gurbetçiler. Avrupa’nın hemen her ülkesinde 2. ve 3. kuşakla birlikte artan gurbetçi futbolcularımızı erken keşfetmek ve ikna etmek de gerek. Toparlarsak süper lig hatta bank asya, lejyonerler, gurbetçiler. Bu geniş perspektifi tarayabilmek için mükemmel bir ekip, mükemmel bir organizasyon lazım. Bizde olmadığını düşündüğüm bir yapılaşma. Hangisi kadroya girse, öteki neden yok diye sorgulanacak bir kalite. Aslında kalitesizlik. Bu kalitesizlik ancak uzun süreli bir arada olma ile bir nebze giderilebilir. Uzun süreli bir arada olabilmek için de diğer adaylardan hep daha iyi olmak gerekir. Kalitesi sınırlı ama her zaman formda oyuncularla. Bülent Korkmaz gibi.Öyle bir durum da olamadığı için kepçeyi daldırıyoruz kazana, o maç için kim sakat değilse 23 tane topçu. Yok birbirinden farkı aslında. Böyle olunca bu maçta Mevlüt neden yok diyenler, öteki maçta Semih nerde diye sorar. Kâzım’ın ne işi var diyenler, sağ açıkta Nihat bitmiş derler. Nuri nasıl oynamaz diyenler, Aurelio’nun Türk vatandaşlığı ile uğraşırlar. O esnada Mesut Almanya adına, Gökhan İnler İsviçre adına skor üretirler. Ben de buradan ahkâm keserim. 1-0 mağlupsun gol lâzım. Kim atacak? Takımında oynamayan Tuncay? Takımında oynamayan Nihat? Takımında oynamayan Semih? Takımında oynamayan Sercan?

30 Eylül 2010 Perşembe

Müteahhit

Kelime anlamı taahhüt eden. Bugün yemekte bir tanesi ile birlikteydik. Renkli insanlar genelde. Etrafımızdakiler de başarısız olanlardan oluyor çoğunlukla. Alıp başını gitmiş, Q7 ile gezen, Guti ile pas alışverişine girenlerle ne işimiz olur zaten. Büyük kısmı tavan yapmış, sonra inişe geçmiş ve sakinleşmiş. Bu da öyle. Mütevazı bir hayata geçiş yapmış. Alışkanlıklardan vazgeçilemiyor ama. Uzun Marlboro değişmez. Evlilikten şikayet, etraftaki karı-kızlara hayranlık, kalabalığa aldırış etmeyen cesur küfürler, feleğin çemberinden geçmişlik hali.
Yazı aldı başını gidiyor amaçsız bir bilinmeze. Esasen canım sıkkın. Sitenin birine yasak koymuşlar bugün yine. Bir alttaki posta gönderme yapıyor anlaşılan ulaştırma bakanlığı. Konuşsam tesiri yok, sussam gönül razı değil hesabı. Sövsen sövülmez, Sksen skilmez.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Demokraaasi


Her ne kadar ahkâm kesecek kadar çok anlamasak da siyasetten, kendimizce bir tarifi vardır kafamızda demokrasi kavramının. Her ne kadar başbakan kadar çıkmasa da ağzımızdan demokrasi lafı, biliriz bu ülkede kitap yazanın gözaltına alınmasının demokrasi olmadığını. Biliriz gerçek demokrasinin ütopya olduğunu bu topraklarda. Biliriz bu ülke insanının bırak toplumu, daha kendini düşünecek duyarlılığa erişemediğini. Biliriz bu hâlin muhafaza edilmek istendiğini. Biliriz de birşey yapmayız...

17 Eylül 2010 Cuma

Mimarlık

Ne kadar geniş bir başlık. 12 Yıldır haşır neşirim. Bir bu kıyısından dalıyorum denize, bir öteki kıyısından. Okul biteli 8 yıl olmuş. Ben de 8. işyerinde çalışır olmuşum. En uzun işim 2,5 sene ile şu an çalıştığımdan bir önceki iş yerim olmuş. Demek ki bazılarında 1 yıldan daha az çalışmışım. Kimisinden yapabileceklerim sona erdiğinden ayrılmışım, kimisinden beklentilerim boşa çıktığı için. 8 tanesinin de birbiriyle pek benzer yanı yok. Bir şirket A ile uğraşıyorsa öteki Z ile uğraşıyormuş. Bir tanesi öküze tapıyorsa öteki öküzü yiyormuş. Bazılarından ayrıldığım günün ertesinde ötekine başlamışım, bazılarında arada kendi işimi yapma cesaretimin kırılma süresine kadar bekleyip diğerine başlamışım. Ama hep bu denizin kıyısında dolaşmışım. Mimar kebapçı, mimar şarkıcı, mimar pezevenk olmamışım. El çiziminden autocad'e geçince dünyayı kurtarırım sanmışım. İlk autocad teslimi projemde sınıfta kalmışım. Cd writer, flash bellek vs. olmadığından elimde kasa ile çıktı almaya gitmişim. Fazladan çizdiğim bir bodrum kat kesitini kolonya ile şöhler kağıt üzerinden silmeye çalışmışım. Toplu konut maketinde aileyi seferber etmişim, annem bile kat çıkmış yerime. İlk paramı rölöve sonrasında almışım, konuşmuşuz aramızda ulan böyle giderse köşe oluruz sanmışız. İki proje çizince götümüz kalkmış, kendimizi Mies van Der Rohe bellemiş, ukalalık taslamışız. Piyasa ağzımızın payını vermiş önce üç kuruş para ile sonra beş kuruş etmeyen adamlarla ömür geçireceğimiz gerçeği ile. Olmamış kendimizi idealizme adamışız, gençlerle iç içe olalım demişiz, master demişiz, akademik kariyer demişiz. Bir bakmışız ki Yalan Rüzgarı biter ama akademik dünyanın entrikası bitmez. Doktora bitmez ömür biter diyerek onbaşı rütbesi ile tatile çıkmışız. Kısa dönem erbaşlık tatilinden sonra dört ayak üstüne düşmüşüz tabiri caizse. En istikrarlı, en keyifli, en düzenli, en saygın mesaiyi yaşamışız biteceğini bile bile. Bitince de vazgeçmişiz mücadeleden atmışız kapağı devlete. Sol yanımda Kevin Lynch'in "Kent İmgesi" kitabı, sağ yanımda ihale piyasa fiyat araştırma dosyası, önümde blog. Hayat devam ediyor...

Modern Dünya Zamanı

Bir saat 60 dakika, bir dakika 60 saniye. Kim bulmuşsa halt etmiş. Bütün hayatını bu kurala göre şekillendirmek ne feci. Pazartesi sabah 06.30'da nispeten sevimli olduğu düşünülerek ayarlanmış alarm sesi ile uyanmak, 07.30'da evden çıkmak 08.00'da işyerine ulaşmak günün öncelikli hedefleri. Ardından gelen en önemli aktivite akrep ve yelkovanı 17.00'a göre şekillendirme çabası. Sonrası kayıp. Bir anda saat 00.00 ve göz kapaklarının yerçekimi ile orantısız mücadelesi. Son zamanların kusursuz döngüsü.
Nazarımda suçlu sensin modern zaman. İnternet karşısında saatlerin çaresizliği ve değersizliği. Gelecek olan iletiyi beklemekle geçirilen zaman. Giriş maksadınla, çıktığın anda bulunduğun yer arasındaki tarifsiz mesafe ve bu mesafeyi katetmek için harcadığın zaman. Bir word dosyasında satır aralığı yüksekliğinin kişiler arası anlaşmazlık konusu olması. Bu yüzden fazladan kesilen ağaç, tüketilen zaman, verem olan ciğerler.
Sözde bilgiye kolay ulaşım. Olmadığında ihtiyaç duymadığın, olduğu zaman öncelik haline getirdiğin saçmalıklar. Zamanını kendi elinle ikram ettiğin, esir düşürdüğün afedersin arkanı döndüğün modern derebeyi. Onlarsız olmaz yanılsaması. Bu sayede saatlerin aynılaşması ve 60 dakika algısının kısalması. Download için sana verilen 1 saatlik bekleme süresince ekranı izleyebilir olman. Ama o 1 saatin bir ülkenin kaderinde neler ifade ettiğini pas geçmen. Kredi kartları, eft'ler, atm'ler, avm'ler, franchising'ler beter olun. Lcd'ler, megapikseller, harici diskler ölün.
Sevmiyorum seni modern zaman. Senin günün 24 saat değil. Senin saatin 60 dakika değil. Senin işin iş değil, gidişin gidiş değil...

7 Eylül 2010 Salı

Dünya


Bu sabahların bir anlamı olmalı dedi hanım sabah gelirken şarkı sözüne atıfta bulunarak. Yok mna koyim anlam manlam dedim. Bir anlam varsa o da dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüş süresi ile ilgilidir dedim kestirip attım.
Ters tarafımdan kalkmışım gibi davrandı bana. Halbuki ters tarafıma yatmıştım sanırım geceden. Aksiyim bugün arkadaş. Böyleyken de istemediğin şeylerin olma ihtimali yükseliyor nedense. Geldim ofise sabah sabah müdür yanımdaki inşaat mühendisinin masasına gelmiş kırmış dizlerini avrat gibi fısır fısır bişeyler anlatıyor. Ne diyor lan bu diye kulak kabarttım gene de duyamadım. Arkadaş bi göz attı ben sana anlatırım der gibi. Mesele şudur ki; yasal işlem başlattığımız bir dosya hakkında yukarılardan bi yerlerden gelen talimat üzerine dosyamızı geri çekmemiz gerektiği ve dosyanın altında imzası bulunan ben dahil 3 kişinin ikna edilmesi gerektiği bu mülayim inşaat mühendisi arkadaşıma müdürüm tarafından fısıldanıyor. Vay amına koyim. Yasalardan büyük olan ne kadar çok adam var. Sen hala evet mi hayır mı diye bi tarafını yırt. Arkadaş geldi durumu izah etti. Ver lan dosyayı dedim. Aldım çekmecemde şimdi. Az sonra çıkıyorum ofisten nereye diye soran olursa beynine beynine vuracam yumruğu. Erkek olan niye çalışmıyorsun sen diye sorar. Kafama koymuştum da bugün daha emin oldum. Beklemem gereken zaman dolduğu zaman hadi bana eyvallah diyorum. O zamana kadar da ver elini download, internet, blog, twitter, futbol...
Skerim böyle işi...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Ümit Usta

Son 1-2 posta bakınca, gören de beni Vedat Milor zannedecek. Halbuki işim olmaz yeme içmeyle. (gel de inandır) Şaka bir yana yemek yemek benim için ihtiyaçtan öte bir durum. Yerken karşımdaki adamı ekstra motive eden bir tarafım var. Aynı masadaki adam, normal yediğinden 1,5 kat fazla yer (bu 1,5 lafını daha çok acılı adana siparişi sırasında kullanıyorum) benimle sofraya oturursa. Öyle çok aşırı miktarda yemem. Ama hakkını veririm. Gerekirse tabağın en güzel yerini ekmekle lokmalayıp yutarım. Çiğ köfte sevmeyen insan, marulun içine çiğ köfteleri dizip, üzerine limonu sıkıp taze nane ve maydanozu ilave ettiğimi ve nar ekşisini şöyle bir gezdirdiğimi görsün yeter ki.
Yemek dışında bir şeylerden bahsedecektim yine daldım çiğ köfteye. Geçiyorum yemek mevzusunu. Allah seni inandırsın dün bi bamya pişirdik hanımla, aklın durur. Haşlanmış siyah et, nohut, bol domates. Felaket bi lezzet.
Ne diyordum, şu Ersan'a bayıldım resmen dün gece. Hidayet'in pili bitmiş arkadaş. Tipik sorumsuz Amerikalılara dönmüş. Bizi kesmiyor bu tarz adamlar. Onların en iyileri zaten lütfedip turnuvaya bile gelmiyor. Hido da çakma Amerikalı. Geliyor ama işte bu kadar. Futbolculuktan gelen Ender Aslan'a ayrı bir sempatim var. Akıllı 10 numara gibi oynuyor. Böyle adamlara zaafım olmuştur hep. Lincoln gibi.
Transferin son günü NTV altyazı manyağı oldu. O geldi, bu gitti, bu elde kaldı. Takip etmekte zorlandım. Yeni kadroları görünce şaşırırız lan bu ne zaman bu takıma geldi diye. Şaka maka ligtv'yi boşa aldım bu sene diyordum ama lig biraz adama benzedi son anda. GS de iddialı duruma geldi. Kadro alternatiflerine bakınca sağlam 4-2-3-1 çıkar gibi görünüyor yedeklemeler de gayet mantıklı oldu. İş sana düşüyor kıvırcık. Bundan sonra oynat artık şu takımı.
Qurasme ile ilgili iddiam var. Nasıl ki Keita geldiğinde fizik olarak 5 basıyordu karşısındaki kanat savunucularına, bu adam da şimdilik böyle. Ama 10 hafta veriyorum bu fizik düşecek, çirkef savunmacılar galip gelecek, bu adamda bu motivasyon kalmayacak.
Hadi eyvallah.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Adana


Resimdeki gibi gelmeli masaya tabak. Öteki kombinasyonların hepsi zorlama. Soğan salatası, havuç, kara lahana vs.'nin bu tabakta işi yok. Onlar salata tabaklarının elemanları. Hele pilavı hiç söylemiyorum. Kuru fasulye mi lan bu!. Etin yağını üzerinde barındıran bir ekmek şart. O anki psikolojiye göre hafif puf puf veya pul biberle bezenmiş ve gevrek de olabilir. Et iyi pişmeli. Kendini bırakmamalı. Karışımındaki dengeyi ustaya bırakmak lazım. O dengeye göre mekan tercih edersin. Canın kuyruk yağı bol bir kebap isterse şuraya, daha siyah etli ve yağsız isterse buraya gideceksin. Hepsinin yeri ayrı. Yanında mutlaka şalgam içmelisin gibi bir şart yok. Zaten artık çoğu yerde marketlerde de rastladığın şalgamları getiriyorlar. Bir ayrıcalık yok. Yoğun bir açık ayran tercih edilebilir. Kola gereksiz şişkinlik yapıp, son lokmaları çekilmez kılıyor genelde.
Bunların ışığında, Adana'ya yolun düştüğünde beni ara, sana nereye gitmen gerektiğini günün şartlarına göre söylerim. Ezelden beri güzel olmuş, ya da ebediyen güzel olacak diye bişey yok. Ona göre.
Unutmadan ekleyeyim : Şehir dışından yorum yapanlara sesleniyorum Hasan Usta bi boka benzemez haberiniz olsun.

24 Ağustos 2010 Salı

Kerebiç


Ekşisözlükte kerebiç hakkındaki yorumları okudum. Bu yorumlara göre ya ben hayvanım, ya da kerebiç yemedim. Yorumların yüzde 99'u bu tatlının çok ağır, kalori deposu ve tehlikeli olduğu yönünde. Kaymağını yiyenin ağzını su hortumuna dayadığı falan söyleniyor. Lan ben bu tatlıyı, ramazanda yemeğin üstüne yenen, fazla ağır olmadığı için künefeye, baklavaya bir alternatif olduğu için yiyorum yıllardır. Köpüğü de son derece hafif kaymak değil ki bu. Traş köpüğü kıvamında ve özkütle olarak traş köpüğüne yakın. Öyle şeker deposu da değil, hafif kekremsi bir acılık var. Tatlı mantık olarak içli köfteyi andırıyor. Dışındaki harç irmikten yapılıyor. Kumlu dış cephe sıvasına benziyor dokusu ve yoğunluğu. İçinde de bildiğin antep fıstığı. İmalatçının tercihine göre ya tüm tüm ya da dövülmüş şekilde. Ben dövülmüş olanını tercih ediyorum. Hoş bu durumda fıstığın içerisindeki bezelye oranı hakkında pek fikir sahibi olamıyorsunuz ama daha homojen bir lokmayı garanti ediyor. Köpük üzerinde tarçın olmazsa olmazlardan. Düşünsene irmik, antep fıstığı, köpük, tarçın. Mükemmel bir lezzet. Zaten yediğin lokmanın rahat 5'te 1'i ağzında dişlerinin arasında kalıyor, temizlenmesi uzun zaman aldığı için o tarçınlı aroma uzun süre damağında. Şerbet yok şire yok. 2 dilim baklava ya da 1 dilim künefe bunun 10 katı ağırlığında valla. Neyse ben yemeye devam ediyorum. Ağır diyenler halt etmiş afedersin.

20 Ağustos 2010 Cuma

Gümüşat


İlk biramı burada mı içtim hatırlamıyorum. İlk değilse bile ikinci olduğuna eminim. Böyle konuşunca yaşım genç gibi bir izlenim doğuyor ama değil. Yani genç de nasıl desem off 30 işte mna koyim. Esas mesele mekan yaşlı arkadaş. Yaşlı ama otobüste görsen yer vermezsin. Düşkün görünümlü değil de, beyefendi gibi.
Şimdilerde nadiren ziyaretine gittiğimiz bayramda elini öptüğümüz babamın teyzesinin bilmemnesi gibi olsa da bu durum damgasını vurduğu dönemi unutmamızı gerektirmez. Burada buluşmak o kadar olağan bir hal almıştır ki, arkadaşını arayıp akşam saat 8'de görüşüyoruz dediğinde herkes nerede olması gerektiğini bilir. Her yıl düzenlenen geleneksel satranç turnuvaları mekanı, benzerlerinden daha farklı bir yere oturtur gözünde. Adının nereden geldiğini anladın şimdi.
Mekanın sekizgen ahşap çatı konstrüksiyonunu içeriden farkedebilmek, öğrencilik yıllarının uygulamada detay görme fakirliği ile birleştiğinde heyecan verici. Bu nedenle yazın bile olsa açık terasa tercih edilen bir iç hacim var. Detaylara göz gezdir, masa ve sandalyelere bak, seramik kaplı ahşap masalara şaşır, bar tezgahını kontrol et, satranç oynayanları takdir et, kızlı-erkekli bölümü sadece erkekli bölümden ayıran petek-petek delikli seperatörün deliklerinden loş ışıkta kız kesmeye çalış ve apartman komşun gibi olmuş garson gelince siparişini ver. Zaten daha içmeden kafadan 1 bira içmiş gibisindir keyiften.
Arjantin bardaklarını tokuşturmadan önce birasından yudum alan olursa hep beraber O'na küfret ve ayıpla ki bir daha yapmasın. İlk yudumdan önce birana biraz tuz atıp, kristallerin aşağıya doğru süzülürken geride bıraktığı izden keyif al. Bu sefer su oranını kaçırmışlar arkadaş diye hayıflan ama bil ki bira aynı bira. Mutlaka patates kızartması iste. Karışık çerezlere uyuz olurum. Mümkünse kalsın. Ha karnın çok mu aç, et sotesini rahatlıkla indirebilirsin mideye. Rahatlıkla dediysem dikkat et kolay soğumaz damak falan bırakmaz adamda. Ne olursa olsun adisyonu kontrol et. Her içtiğin bir bardak X işaretinin bir kolunu oluşturur. XX ise 4 bira içmişsindir. Eğer üç ise itiraz et. İşareti silmezler ama bir bira daha getirirler mutlaka. Tuvalete giderken holdeki akvaryumun içindeki devasa balıkla göz göze gel. Biraz kendine getirir seni. Pisuvarda mutlaka muhabbete gir. Ne de olsa bi dahaki sefer yine göreceksin O'nu.
Hesabı masaya isteme, al eline adisyonu doğru kasaya. Bir hal hatır sor kasaya. Samimiyet kur. 3-5 önemli değil, ne de olsa yine ordasın yakında. Çıkışta alternatifin kebap ya da mercimek çorbası. Hemen sağda solda. Hangisini istersen. Bundan sonrası başka yazının konusu. Burda dur.

Cuma'nın Dayanılmaz Hafifliği

Bizim Robinson'un Cuma'sından bahsetmiyorum elbette. Şu sıralar benim ve benim gibiler için haftanın son günü olan ve küçük harf ile başlayan cuma anlatmak istediğim. Daha önce gayet sıradan, cumartesinden bir gün önce olması dışında pek birşey ifade etmeyen bu gün, memuriyete geçişle beraber tamamen bir şölene dönüştü nazarımda. Ofiste herhangi birşeyin canımı sıkma ihtimali yok bugünde. Tahmin ediyorum personelin en verimli çalıştığı gün cuma. Deliye hergün cuma misali çalışanları saymıyorum.
Cuma gününe ait kalıplar oluşturmaya başladım kafamda. Sabahtan itibaren uygulamaya koyuyorum. Her cuma namaza gidenleri uğurluyor ve o boşlukta yalnız başıma yapacak birşeyler buluyorum. Haftasonu naklen yayın programını Aceto'dan çıktı alıp, izleyeceğim maçları önceden işaretliyorum. Büyük çoğunluğunu izleyemeyeceğimi bilsem de yine de işaretlemekten geri durmuyorum. İddia programını print edip, 30 saniye baktıktan sonra oynamaktan vezgeçiyorum. Bu ne arkadaş, elli tane alternatifli bahis, elli tane lig. Adamın oynayası varsa da kaçırıyorlar hevesini. Zaten zahmete gelemiyorum. Saat 14'ten sonra kralı gelse tanımam moduna giriyorum. 16.30'da olay bitiyor kafamda. Bedenin kafaya ayak uydurması için bir yarım saat daha bekliyorum ve özgürlük.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Suuuuu...


Yine müthiş bir enerjisizlik hakim üzerimde. Ağzımdaki sakızı sırf çenemi indirip kaldırmaya üşendiğim için bir kenara bıraktım. Muhtemelen bıraktığım kenarda birkaç hafta geçirecektir çöpe gitmeden önce. Öyle ki yediğim ayçekirdeğini terk etme sebebim sadece ve sadece kolumu indirip kaldırmaktan yorulmak. Dilim tuzdan yara da olsa boğazım kupkuru da olsa bırakmadığım ayçekirdeğini kolum yorulunca bırakmamın sebebi tam şu anda beni esir almış olan enerjisizlik hali. Öyle bir köleyim ki bu esarete karşı herhangi bir direncim yok. Aklımdan bu köle tacirine isyan fikri de geçmiyor. Sadece zamanın akıp gitmesini istiyorum bir an önce. Nereye doğru bilmiyorum.
Ofiste her 3 günde 1 çay ya da nescafe içerim. Dolayısıyla her 3 günde 1 dibindeki artığı küflenmiş bardak yıkarım. Oysa nescafeye bayılırım. Susadığım halde su şişemi doldurup masama geri dönmek benim için verilecek çok cesur bir karardır. Penceremden koridordaki tuvaletin kapısı göründüğü halde saat 12'ye dek çişimi tutarım. En sevmediğim ofis arkadaşı tipi, beni masamdan kaldırıp kendi ekranında komik olduğunu düşündüğü bir şeyleri göstermek için çırpınandır. En yakın arkadaşım ya da en iyi anlaştığım insan yanımda olup, en az konuşan ve en az konuşturandır. Göz ile iletişimi severim.
Akşam yemeğini bir kebapçıda, tatlıyı başka bir tatlıcıda, çayı öteki kafede, birayı beriki barda içmek isterim. Gerçi birayı sadece tek bir yerde içmek isterim. Neresi olduğunu uzun anlatırım bir ara. Arabayla 10 km. yol yapmak sonra vazgeçip geri dönmek ve diğer alternatife yönelmek için yeterince sabrım vardır. Aksi gibi bunun zaman veya para kaybı olduğu düşüncesi hiçbir zaman oluşmaz. Para ile aram yeterince uzaktır. Bunda online internet şubelerinin ne kadar etkisi olduğu konusuna değinmiyorum. Para ile arası uzak insanlarla iyi geçinirim. Para kazanma yollarını iyi bilirim. Ama bu yolda çabalamak işime gelmez. Klişelerden hiç hoşlanmam. Ritüelleri sevmem. "Lazım" lardan nefret ederim. Türk toplumunun para harcatan, pişkin örflerinden iğrenirim. Resmin başlıkla ve başlığın yazıyla alakasını tartmaya kalkandan hazzetmem. Giriş-gelişme-sonuç klasik gelir. O yüzden bu post burda biter.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Nostradamus İşkembe Salonu


2010 yılının kalan ayları ile ilgili Nostradamus ile görüştüm, kalem-kağıt yasak dedi aklımdakileri yazıyorum.
  • Frank Rijkaard ayrılacak, yerine Fatih Terim gelecekmiş. (Allah korusun)
  • Yüzde 57 evet çıkacakmış referandumda. (Allah korusun)
  • Memur maaşlarında sendikalar yine babayı alacak, hükumetin dediği olacakmış.
  • Ramazan Bayramında yollarda bi dünya adam ölecekmiş. (Ağzını hayra aç lan dedim, kes lan dedi)
  • Büyük kentler yılın ilk kar yağışına hazırlıksız yakalanacakmış. (Bu sıcakta kar yağışı deyince sustum)
  • Anadolu'da en az 10 köy düğünü, kaza kurşunu yüzünden gözyaşları ile sona erecekmiş.
  • Birkaç yüz işveren, sabit giderleri kısmak bahanesiyle birkaç bin işçisine yol verecekmiş.
  • Çarpık mimari, yeni getirilecek yasal düzenlemeler sayesinde daha da ivmelenerek çarpıklaşacakmış.
  • Zengin biraz daha zenginleşecek, fakir biraz daha fakirleşecekmiş. (Kodumun fakirleri sizi)
Bitmez...

Memnun Kaygısız ve Gaudi


Yaratıcılık kaygısı olmadan yaşamaya imrenmeye başladım. Bu istek zaman zaman mı geliyor yoksa artık ben böyle miyim bilemiyorum. Hatta bu durumun adına "istek" demek bile çelişki esasında. Sanki uzayda herhangi bir gezegenin yörüngesinde bile olmadan öyle asılı vaziyette durma isteği. Yani hiçbirşey yapmamak. Ama hiçbirşey yapmamak bile parayla anasını satim. Nasıl bir dünya lan bu? Geldiği son nokta hiç hoşuma gitmiyor bu ekseni yatık kürenin. Hiç benim özlediğim noktada değil. Aslında bakıyorum da genel anlamda pek kimsenin istediği noktada değilmiş gibi geliyor. Peki kim memnun bu halden? Her pazartesi tüm dünyanın sabah mesaisine başlaması kimin hoşuna gidiyor acaba? Ya da artık sayısı iki basamaklı olarak ifade edilen faturaları her ay düzenli olarak ödemek kimlere sevimli geliyor? Ben kolumu kaldıracak hevesi bulamazken, insanlık bu enerjiyi nereden buluyor ve neden sarfediyor?
"Azıcık aşım ağrısız başım" lafını da sevmiyorum, "karnımız doydu çok şükür başımı sokacak evimiz de var, daha ne olsun" diyeni de sevmiyorum, tüketim hırslılarını da üretim hırsızlarını da sevmiyorum. Nerede olduğumu, nerede duracağımı ve kime ait olduğumu da kestiremiyorum. Çok ihtiyaç hissetmedikçe duyu organlarımı bile çalıştırmak istemiyorum.
Şehrin mimari yapısı üzerine nefretimizi kusuyoruz bir süredir bir meslektaşımla. Bu alanda hizmet vermediğimiz için ağzımızın ayarı pek yok. Kulağımız duyuyor olsa da çıkanları, torba değil ki diyerek büzmüyoruz ağzımızı. Niyetimiz deneysel bir çalışma yapmak. Şehrin merkezinde somut bir arsa üzerinde, gerçekleştirebilme ihtimalini gözönünde bulundurarak, -fakat diğerlerine dayatılan başka birtakım kriterleri umursamadan- bir bina tasarlamayı planlıyoruz. Seçtiğimiz arsanın, çizimleri elimde olmasına rağmen arkadaşıma tarafımdan iletilmesi yaklaşık 2 hafta zaman alıyor. Umarım tasarım bu süre ile doğru orantılı olmaz. İstikrarlı biçimde Gaudi'nin şantiye sürecine doğru yol alırız yoksa. Bittiğinde planları ve fotoğrafları burada paylaşmayı umuyorum. Kızma birader gönderdik işte arsayı. Şu ramazan bi bitsin başlarız eskiz çalışmalarına.
Not: Şantiyenin başlangıcı 1882. O zaman kule vinç olsaydı ya.

Armut Olsun Ne Bileyim


Cümleleri toparlamayı sevmiyorum. Daha doğrusu zahmetli olan hiçbirşeyi sevmiyorum. Tam bir armut piş ağzıma düş savunucusu oldum son zamanlarda. Eskiden böyle değildi de acaba nerede ne zaman başladı diye irdelemek isterdim ama çok zahmetli geldi birden. Bir ara yazmaya çalışırım. Keşke beyine bağlanan bir alet, kıvrımlardan geçenleri ekrana ya da kağıda döküverse de uğraşmasak. Ehhh yazmazsan yazma lan yavşak diyorum kendime bu noktada. Neyse. Bu sebeple bundan sonraki yazılarımda -şayet yazar isem- daha çok, dağınık bir üslup kullanmayı düşünüyorum. Kafanıza göre toplayın, çıkarın, bölün, çarpın ne bileyim. Yazarken aklıma ne gelirse yazarım. Bu dağınıklık ve tembellik birleşimine de üslup dedim ya, artık bu işe adım atıyorum demektir bu. İyi güzel de bu yazı nereye doğru gidiyor kestirebilmiş değilim. Hedefim bu paragrafı bu kadar uzun tutmadan aşağıya geçmek ve spotlar koyarak aklımdakileri sıralamak. Aklımdakiler diye diye aklımda CHP'nin 2011 seçimleri için parti programının bende olduğunu zannedecem. Halbuki şu an tamtakır bir kafa varmış gibi geldi. Akıl makıl hak getire. Profilime bir göz attım bu arada. Farkettim ki kişisel bişey yok. Fakat biraz araştırsan belki bulursun kim olduğumu. Ben yine de afişe etmesem gelecekteki yazıların cesareti ve eleştiri oklarının tesiri açısından daha faydalı olur sanırım. Of ulan yeter.

Yılda 1 Kez...


Anammm...Bugün bir açayım dedim blogu. İlk ve son posttan bu yana tam bir yıl olmuş. Bugün 18 ağustos 2010. Arada neler değişmiş neler. Bu satırların sahibi artık 10 aylık bir bebeye sahip. Arada iş değiştirmiş. Şantiye hayatından bıkmış, memuriyete adım atmış, bakarsın yarın ondan da bıkar yine durmaz yerinde karıştırır bişeyler belli olmaz. Sıcak yine bildiğin sıcak. Gavurun genital organı misali yanmakta şehir. Kapitalist köleler haricinde kimseler yok. Denizinde, yaylasında emekliler ve öğrenciler. GS tarafında bi değişiklik yok. Hiç olmazsa geçen sene rijkaard var diye bir heyecan yapmıştık. Şimdi aldığım digiturk'un bile keyfini çıkaramadan 10. haftada havlu atarız diye düşünmeye başladım.
Sık yazarım umarım artık...