7 Şubat 2011 Pazartesi

Mülkün Temeli

Yaklaşık 2 ay önce elime tutuşturulan bir çağrı kağıdı ile 4 Şubat günü tanık olarak mahkemeye davetli olduğum bildirilmişti. O an beni panikleten bu durum, sürenin 2 ay olduğunun farkına varmamla, yeterince gevşememe ve "yeeaaa 2 ay var daha" moduna geçiş yapmama sebep oldu. Fakat sayılı gün çabuk geçerdi bu ülkenin bilge insanlarına göre. Öyle de oldu. 3 Şubat günü, dava konusunu idrak etmek ve tanık olarak neler anlatabileceğimi tasarlayarak geçti. Kolay değil, 30 yaşının ortalarında, kendi halinde bir insan olarak ben, çoğunluğun Adana denildiğinde akla ilk gelen imgesi olan "Adana Adliyesi" ile ilk kez yüzleşecektim. Bu durum, kendimi "bir bok" olarak hissetmemi sağladı kısa süreli de olsa. Davetliler arasında bizim bölümden bir mühendis arkadaş da vardı, smokinlerimizi giydik ve limuzine binmek için otoparka indik, inmedik. Yaya vaziyette adliyeye doğru seyirttik. Devam eden kavşak inşaatı, smokinlerimizde epey toz bıraktı, bırakmadı. Bildiğin günlük kıyafetlerle adliye kapısına dayandık. Giriş kapısında polis memuru bizi okşarken, ben herhangi bir gazetenin üçüncü sayfasına haber olmamak adına etrafı kolaçan etmekle meşgûldüm. Olası bir kaza kurşunundan kendimi korumak için de, kendimi esnekliğim konusunda motive ediyordum. "Adliye koridorları" diye bir tabir var gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var? derken, esaslı bir dolambaç ile bilmem kaçıncı asliye ceza mahkemesinin önündeydik. Evet bizim davanın görüleceği yüce mahkemenin duruşma salonunun önünde mübaşirin avazının çıkmasını bekliyorduk. Son derece hatalı işçilikle döşenmiş, bit kadar parçacıklı cam mozaikten koridorlar, duruşma salonunun önündeki kalabalık, cübbeli baylar, bayanlar. Sanırsın ki memleket işi gücü bırakmış, birbirini dava etmekle ve sonuç alamamakla uğraşıyor. Bu hissi hastanelerde ve tapu dairesinde de yaşayabilirsin. Bütün ülke hasta ve muayene olmaya gelmiştir veya bütün ülke ev-arsa alıp satmaktadır.
Stresli bir bekleme sürecinin ortasında, bizim kurumun avukatını cübbe ile görmek biraz rahatlatmıştı beni ve cübbenin kolundaki yeşil rengin bir anlamı olup olmadığını, cübbenin neden siyah renk olduğunu düşünecek kadar vakit bulmuştum. Duruşma salonunda başka bir dava devam ederken, bizim avukat hanımın zırt-pırt içeri girip çıkması, bizim davayı öne aldırmaya çalıştığını söylemesi, mübaşirin seslenmesi ile yanıbaşımızda bekleşen insanların içeri girmesi ve 5 dakika sonra geri çıkması bazı şeylerin şekillenmesinde rol oynamaya başladı. Ancak başrol elbette hakimdeydi. İçeri girene kadar varlığından bihaber olduğum adalet sağlayıcısı. Başka bir zamanda yaşasak, demokratik yöntemlerle bu işi becerebilmesi imkansız olan insan. İsmimiz okunup, içeri girince yüzleştim bu ulu kişilik ile. Bugüne kadar ulu bellediğim bu makam ile. Bu arada mübaşir de bildiğin tırt. İnsanın sesi gür olur biraz. İşinin hakkını ver aslanım.
"Bildiğini dosdoğru söyleyeceğine namusun ve vicdanın üzerine yemin ediyor musun?" ile başladı iletişimimiz. "Evet" dedim, içimden de bu kısa ve net cevabın yeterli olup olmadığını geçirdim. Yemin sırasında ayağa kalkan herkes, sorun yokmuş gibi yerine oturduğuna göre yemin işi tamamdı. Bu kısa boşlukta mekana göz gezdirdim. Davaro'daki o ihtişamlı mahkeme salonuna pek benzemiyordu. Bizim evin salonundan daha küçük bir salon tıkış tıkış bir kürsü, benim tanık olarak bulunduğum şu kafesimsi bölüm. Karşılıklı oturan cübbeliler. Yavan bir mekan. Dava konusunu kısaca okuduktan sonra "anlat" komutunu veren adama "malı Arap Faik'ten alıyorum" deme gafletini göstermedim elbet. Önceki gün çalıştığım gibi masalımı anlatmaya başladım. En can alıcı yerinde "yeter" demesin mi! Ulan daha olayın nasıl olduğunu bile söylemedim ki! "Adresini söyle" dedikten sonra artık daha fazla birşey anlatamayacağıma hayıflanarak iş adresini söylemeye başladım. "Adana zart zurt kurumu, cart ve curt daire başkanlığı" dedim ve lafım kesildi "vaaaayyyy Adana'da cart ve curt da varmış öyle mi?" devam ediyorum "zırt ve pırt şube müdürlüğü" hop! "bak baaaaaak, bir de zırt ve pırt şubesi, sanki bana çok iş yapıyorlar da bir de şubeleri var. Allah bilir şimdi bir de tek katlar grubu ve çift katlar grubu diye ikiye ayrılırlar. Tamam çıkabilirsin". Olayın geri kalanını, sanırım benden sonra içeri giren mühendis arkadaşımdan dinlediler. Fakat, olayla ilgili, herhangi bir sorumluluk duygusu, karar verebilecek yeterlilikte olmak adına olayı anlamaya çalışmak, adil karar verme yükünü taşımak ve işini ciddiye almak adına herhangi bir belirtiye rastlamadım. Üzerinde, günde 850 tane davaya bakmanın bırakmış olduğu yalama olmuş vida dişi hali vardı. Belki de gününü geçirebilmek için, davalı-davacılarla ve tanıklarla türlü şaklabanlıklar yapma ihtiyacı hissediyordu. Oysa ben tüm haşmetiyle bıyıklı bir Hulusi Kentmen modeliyle karşılaşmayı bekliyordum. Tam bir düşkırıklığıydı içeriden çıkarken yaşadığım. Kapıda karşılaştığım yumuşakça ise kendi derdindeydi. "Afedersiniz, ben bir mübaşir arkadaşımı görmek için İstanbul'dan geliyorum da, mübaşirlerin olduğu oda neresi?"
Demem o ki, içimde kaldı bu şaklabanlığa cevap veremedim. Bu hissi, daha önce yaşadığım tek bir yer vardı. Yapanlar bilir : Askerlik. O yüzden sana sesleniyorum ey hakim efendi! (Ahmet Çakar mode) Senin vereceğin kararın da, senin sağladığın adaletin de, senin baktığın davanın da, senin espri anlayışının da. Grup Anemi'den gelsin. Ta A.K.

Hiç yorum yok: