31 Ocak 2011 Pazartesi

Adi Adım

Şu yeme içme konusunda gaza getiremediğim insan yok. "Ben acı sevmem" diyen hımbıl, karşımda otursun, nasıl çiğ köfte yiyorum 2 dakika seyretsin, "acılı şalgam da ne iyi gider ha bunun yanında" demeye başlar. Türk ordusunun kurmay yarbayını bile dize getirmişliğim vardır.
Askerde bu kurmay yarbayla aynı masayı paylaşırdık. Masasının bir ucunda, monitörü kendime çevirmiş halde ben oturur autocad ile cebelleşirken, O da diğer kenarında gazetesini okurdu. Öğle içtimalarından dönüşte ofisimde 5 çayı için (bkz. bir onbaşının anıları) abur cuburu yüklenir, kamuflajın yan ceplerinden mümkün mertebe faydalanırdım. Buz gibi kola ve hamburgeri bile sağ ve sol yan cepte paylaştırdığım günlerim oldu. Koca koca heriflerin abur cubur için sıraya girdiği başka bir zaman ve mekan olmadı zaten sivil hayatta. İçeriyi 20x20 cm.lik pencereden görmeye çalıştığın bir kantin, sırada ne alacağını bilmeyen şaşkın Türk askeri, sırası kendine gelince "bana ııııııı bir kakaolu canımbenim, bir tane de ıııııııı yumiyum" diye geveleyerek, bu abur cuburların isimlerinin saçmalığına işaret eden çavuşlar. Hey gidinin paraşütçü komandosu. Lafı çok dağıttım, askerlik değildi maksadım. Yine günlerden böyle bir gün, ben abur cuburlarımı yüklenmiş tıngır mıngır ofise...Oturdum hergünkü gibi çizim yapıyor ve Mezzanine dinliyorum. Saatler 3'ü gösterince yan cepleri yokladım. O zamanlar favorim, reklam olmasın muzlu pop kek ve çilekli kekstra. Bu isimleri ezbere bilmekten bile utanıyorum. Daha goffy ve benimo var ama neyse. Çıkardım kekleri yemeye başladım kurmay yarbay gastesini okurken. "Asker!". "Emret komutanım". "Oğlum git kantine bana bir ııııııı pop kek, ıııııı bir de kekstra al". Arada bu ıııııı'lar sırasında benim ambalajların üzerindeki isimleri okumaya çalışıyor adam. Getirdim siparişlerini ve kurmay albaya kekstra yedirdim. Evde çocuğu "baba bana kekstra al" dediğinde neler hisseder bilemiyorum.
Bu anlattığımı bana hatırlatan ise, sabahki hadise. Her sabah istikrarlı bir şekilde, aynı saatte aynı unlu mamul dükkanında, aynı kuyruğa girerim. Bu sabah da arabayı park ettim, karşıya geçtim. Ne seçeceğimi önceden belirlerim. Tezgahın önüne gelince çok beklemem, sadece seçeceğim ürünlerin iyi pişip pişmediğine bakarım ve davranırım. Elime maşayı aldım, bir peynirli, bir patatesli, fırında yufka böreği. Bir de Ankara simidi. O sırada iyi giyimli fakat kararsız bir bıyıklı, elinde maşa ile tepsilerin arasında bir o yana bir bu yana gitmekle meşgul. Ben börekleri alırken, bana bir bakış attı ve hemen arkamdan böreklere yöneldi. Yüzümde hafif bir gülümseme, yarbayımı selamladım, "geriye dön!"düm ve arabama doğru "adi adım".

27 Ocak 2011 Perşembe

Üzgünüm


Sad but true. Yaklaşık 2 saat önce kendisi ile özel bir mekanda buluştuk ve ben ona acımadım. İstediği de buydu zaten. Yukarıdaki, onun son kez görüntülendiği an.

Klasörizm

Ofiste herkesin önünde bir bilgisayar var çok şükür. Bundan 15 sene önceki gibi değil ortam. Yazışmalarını, haberleşmelerini, çizimlerini falan bu aletle yapıyor çalışanlar. Arşiv anlayışına da ayrı bir boyut getiriyor varlıkları. Eskisi gibi metrekarelerce mekan, bu amaçla kullanılmıyor. Kapasiteleri genişleyen hard diskler, içine dünyaları alabiliyor belgenin türüne göre. Olur ya, insanlık hali bazen insanlar birbirlerinin bilgisayarlarından bazı dosyalara ihtiyaç duyabiliyorlar. Gel gelelim, kargaşa tam da bu noktada başlıyor. Yeter ki Ahmet'in bilgisayarında olan bir dosyaya ihtiyaç duyma. Ahmet o sırada dışarıda. "Alo Ahmet, bizim şu bilmemnerenin projesi senin bilgisayarındaydı, ondan bir çıktı lazım, dosyanın yerini söylesene". "Abi bi bakıver ya benim pc'ye, tam hatırlamıyorum". İşte burada kaldır kendini at beşinci kattan aşağı. Normalde bu tip ofislerde arşivleme, her an, herkesin herşeye ulaşabileceği şekilde yapılmalıdır. Ancak genelde karşılaştığın durum, dosyaların sahibi tarafından bile bulunmaması için, bizzat sahibi tarafından yerin yedi kat dibine yollanması şeklinde tecelli eder. Klasörler arasında salon danslarından resital sunarsın. Klasör isimleri seni o duvardan alır bu duvara vurur. Projeler. Aç. 2010. Aç. Bilmemnere. Aç. Revizyon? Çıktıya hazır? Son? Yine son? En son? Mehmet'ten gelen? Koltuğa bırak kendini. Gevşet kravatı. Ahmet'i düşün. "Boş" diye klasör var yemin ederim. Boş ney lan? Açıyorum içini harbiden boş. Dosya boyutu? 0 kb. Ama orada duruyor. Adı da "boş". Bir yazıya ihtiyaç duyarsın. "Yazışmalarım" klasörünü açarsın. Altında, yılına ve gittiği kuruma göre tüm yazılar güzel arşivlenmiş. Tam senin ihtiyaç duyduğun kuruma ait yazışmaların olduğu klasörde başka başka isimlerde başka başka klasörler. Vay anasını arkadaş ya. Klasörün sırtına içinde ne olduğunu yaz, delgeçle del belgeyi, evrakı. Tak klasöre. Klasör dediğin mavi olur. Sırtında da sırtlık olur. Sarı sarı klasörler! Ömür törpüsüsünüz olum. Sonra biz ilkel oluyoruz.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Aksimetre

"Babaanne, torunun küfrediyor" diye şikayet etti kuzenim beni. Aldığı cevap "hadi oradan, herkes küfreder o küfretmez" şeklindeydi. İnsanların beyninde öyle bir imaja sahibim ki, bu kalıplaşmış düşünceleri ve hakkımdaki önyargıları yıkmak imkânsız. Adım söylendiğinde akla beyefendi, centilmen, zeki, kibar gibi sıfatlar geliyor kahretsin. Ama ne menem birşey olduğumu bir de hanıma sor istersen. Esas O var işin içinde. Ne zaman böyle bir adama dönüştüm bilmiyorum. En son hatırladığım yıl 2002 gibi geliyor. Sonrasında 8 yıl geride kalmış. O bahsettiğim beyefendi de 8 yıl geride adeta. Tek başıma yaşadığım öğrenci evimde, astığım çamaşırlara ev kadınları hayran kalır, bulaşık tezgâhım bir gün olsun kirli tabak ve bardak barındırmazdı. Şimdi ise genelde sakin, sessiz, soğukkanlı ama zaman zaman da inanılmaz aksi, inat, küfürbaz, bağıran-çağıran birisi oldum çıktım. Bunların sorumlusu sanırım iş hayatı dedikleri kısım. Zaten ömrün ilk 25 senesi kendinin farkına varmak ve okula gitmekle geçiyor tam adapte olmuşken arkasından bu zıkkım başlıyor. Buradan bakınca öğrencilik gibisi yok. O zaman da bir okul bitse de mimar olsak. Öyle bir his var ki içimde yüksek lisans bittiği gün emekli olmam gerekiyordu sanki diye düşünüyorum. Benim iş hayatına dair tüm motivasyonum, işe ilk başladığım gün kayboldu adeta. Benim gibi bir uysalı, bir canavara dönüştüren sadece 8-9 yıllık iş deneyimi. "Dünyanın en hızlı laf sokan adamı"na dönüşüyorum yavaş yavaş. Ağzımdan zorla laf çıkarken, şimdi altta kalanın canı çıksın diyorum. Cahile olan sabrım giderek azalıyor. Görgüsüze tahammül edemiyor, kralına eyvallahım yok diyorum.

21 Ocak 2011 Cuma

Yönetim Kurulu Toplantısı

Çarşamba günü saat 20:30'da olacağı, asansörün çağırma butonunun üzerine yapıştırılmış bir yazı ile ilan ediliyordu apartman sakinlerine. Yönetici, daha önceki toplantılardaki düşük katılımdan rahatsız olmuş olacak ki, bu sefer toplantı yer ve saatini bildiren yazıyı adeta insanların alnına yapıştırmıştı. Her defasında gün ve saati okumak, genç mimarda zoraki bir sorumluluk duygusu oluşturmuştu. O toplantıya gitmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Yeni aldığı evine taşınalı yaklaşık 6 ay olmuştu. Aylık yapıldığı söylenen toplantılardan hiç haberi olmamıştı ve bu yüzden kendini mi yoksa başka birilerini mi suçlaması gerektiğini bilmez haldeydi. Nasıl olsa insanlar geç gelir diye düşünse de, tam saatinde toplantı yerinde olmak için evden çıktı. Toplantı, giriş katında, çocukların bisiklet park yeri olarak kullandığı yönetim kurulu odasındaydı. Odanın girişine yığılmış olan bisikletler, apartmandaki çocuk sayısına işaret ediyordu. Ne kadar da çoklardı. Acaba onların enerjisini bir şekilde elektriğe dönüştürebilseler, aidatları biraz daha ucuza getiremezler miydi? Bu düşüncelerle odaya girdi. Hiç beklemediği şekilde içeride yanan elektrik sobası, odayı adeta bir fırına dönüştürmüştü. Aksi düşünce ile giydiği kalın montunu çıkartıp kucağına aldı ve içerideki birkaç kişiyi selamlayıp, sandalyesine oturdu. Kısa bir beklemenin ardından daha fazla kişinin gelmeyeceği düşüncesi ile başkan, toplantıyı açtı. Odada toplam 6 kişi vardı ve bu 6 kişi, 24 daireli bir apartman için kararlar almanın eşiğindeydiler. Gelmeyenler, ya alınan kararlara uyacakları için ya da bildiklerini okumaya devam edecekleri için gelmemişlerdi. Yine de içeride anlaşmazlık ve uyuşmazlık için yeterince insan vardı. İki, bilemediniz üç tanesi bunun için yeterliydi bile. Başkan toplantıya şık bir takım elbise, gömlek ve parlak kravat ile katılarak, ciddiyetini ifade etmeye çalışırken, pek sakin olmasa da ikinci kat sakini pijamaları ile ortamı nötrlemeyi başarıyordu. Herbiri ayrı bir alem olan bu 6 insan, başkan tarafından belirlenmiş gündem maddeleri üzerinden anlaşmazlık, tıkanıklık, karar alamama, empati kuramama, bencillik, haddini bilmeme ve çelişki konusunda dersler veriyordu. Aidatın yükseltilmesine pek sıcak bakmayan pijamalı sakin, apartman görevlisinin elektrik faturasını ödemeyi teklif ediyordu. İkinci asansörün açılmasını istemeyen beşinci kattaki, güvenlik kamerası takılmasını öneriyordu. Aylık ödemeleri yetiştiremediğini söyleyen başkan, giriş holüne gizli ışıklı asma tavan yaptırıyordu. Bütün bu konuşmaların satır aralarında, mimar olduğunu öğrendikleri yeni ev sahibine usûlen danışmayı ihmal etmiyorlardı. "Siz mimarsınız, iyi bilirsiniz" diğerlerinin yanında, kendini haklı çıkarmanın açılış cümlesi idi. Geçen yaklaşık bir buçuk saatlik süreçte, diğerinin istediğine karşı çıkma, kendi istediğini körü körüne savunma ve arada genç mimara danışma dışında pek de farklı bir şey yaşanmamıştı. Hiçbirşey olmamış gibi -pek de birşey olmamıştı sonuçta- birbirlerine iyi akşamlar dileyen bu 6'lı evlerine dağılırken, mimar kendisine bir defa daha itiraf ediyordu : İnsansız bir dünya.

18 Ocak 2011 Salı

Memur-Cacık

Okula ilk başladığım yıllarda bu mesleğin kamu kurumlarında da icra edilebildiği pek aklıma gelmezdi. Benimle birlikte arkadaşlarım da bir ofis hayali kurar, şehrin görüntüsünü toptan değiştirme gücünü kazanacağımızı zannederdik. Kazın ayağının öyle olmadığının anlaşılması, mezuniyetle birlikte gerçekleşti. Oradan oraya savrulan hayat, sonunda memuriyetle dinginleşti. Burada kalır mı orasını bilemem. Bu camianın içine girince, her tarafta o kafandaki "eski" memur imgesinin dolaşacağını zannedersin. Kollarına kolçak geçirmiş, gözlüklü, ağır hareket eden tipler. Gerçekten de aralarında tarihi eser olanlar varsa da, devlet daireleri salt bunlardan oluşmuş değil. Son yıllarda sınavla işe giren genç dimağlar, profili yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor. Tamamı değil tabi. Aralarında "Eski" düzene kolay adapte olabilen yaşı genç "eskiler" de var. Geri kalan kısımda ise enteresan özellikler farketmek mümkün. Benim çalıştığım kuruma aynı anda 90 tane memur alındı yaklaşık 1 yıl önce. Bu 90 kişi kuruma 17 yıl sonra alınan ilk devlet memurları unvanını da kazandı aynı zamanda. O yüzden, eskiler, yeniler ve yeni-eskiler gibi bir durum söz konusu. Eskileri kısaca tanımladım, görünce anlamama şansın yok zaten. Babama "memur" dediğinde ne anlıyorsa onun resmi işte. Bunların manifestosu "ineğin süt verse de vermese de çitilin doluyor". İşte bunu hemen idrak edip uygulamaya koyanlar biraz eski-yeniler. Eskilerden farkları, takım elbiseleri Süvari'den, Kiğılı'dan. Biraz iş hayatına memuriyetle başlamanın etkisi, biraz da uzun süre işsiz beklemenin. Bordroları önemli. Her ay mutlaka isterler. Tahmin ediyorum birkaç sene içerisinde bu işten sıkılacaklar bordroda sürpriz görmedikleri için. Eskilerle çok çabuk samimiyet kurarlar. Öğle araları birlikte pişti oynamaya gidenler, banka faizlerini birlikte irdeleyenler, 22 yaşında siyaseti içmiş olanlar. Mesai arkadaşlarının işleri gerçekten zor.
Bu eski-yenilerden işe başlama tarihi olarak değil de zihinsel olarak ayrılan yeniler var bir de. Bir kısmı gelmeden önce evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış. Bir kısmı bekâr, yeni gelen genç kız potansiyelini hesaplıyor. Daha önce başka işlerde çalışmış, bir şekilde yolu buraya düşmüş insanlar. Aralarında chillout, psychedelic dinleyen de var, her sabah istisnasız "ellerin kadınısın" dinleyen de. İşe girmeden at kuyruğunu kestirip, topsakalını kestiren de var, "sayın müdürüm" şeklinde işe başlayan da. Devlet dairesinin genel yapısı pek umurlarında değil. Çabuk esip gürleyen bir tarzları var. Bürokrasi tahammül edilemez. Bunlara göre, yetki verilse devleti düzlüğe çıkartırlar. Eylemden çok konuşmayı severler. Akıllı olduğunu sananlar, siyasi sohbetlerden uzak durur, uzak durur, uzak durur. Sonunda ulaştığı mertebe, korkak piyonluktur. Başkasının işine karışmayı sevmezler, verilen görevi sessizce yerine getirip fazla iş yükü almadan akşamı getirmek isterler. Bu şekilde uyanıklık yaptıklarını zannederler. Koca hayat gelip geçmektedir bizim uyanık bihaber iken. İnternetle araları iyidir. İyidir derken, kendi işlerini görecek kadar. Download, chat, facebook falan işte. 4gb ram lâzımdır bunlar için. Öyle yazar talep formuna. Takım elbisenin tüm ayıpları örttüğü gibi bir yanılgıları vardır daha önce pek giymedikleri için. Oysa en fazla fiziksel ayıpları örtebilir o elbise. Nezaket, görgü, saygı, dile hakimiyet vs. sahiplerinindir. İşi biraz olsun çözmüş olanlar, halihazırda yaklaşık yılda 140 gün olan izin süresini türlü bahanelerle artırmasını çok iyi bilirler. İş ne kadar uzaklıkta ve ne kadar uzunlukta olursa olsun saat öğlen 12'de ya da akşam 5'te biter.
Velhasıl-ı kelam bu yeni memurdan da cacık olmaz eskisinden olmadığı gibi. Tiz istifa edile.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Yuh

Sen 40 bin kişinin önünde bu lafı edeceksin, ondan sonra sağda solda haddini aşan laflarla birilerine saldıracaksın. Kusura bakma kardeşim. Alacağın cevap, en hafifinden 40 bin kişilik yuhalama olurdu, onu da aldın zaten. Daha fazlasının olmadığına dua et. Daha fazla rezillik çıkmadığı için şanslısın. Sinan Erdem Spor Salonu'nda ne olduysa TT Arena'da da o oldu. Ucuz siyaset yapmaya çalıştığın sürece aynısı olmaya devam edecek. Bunu beynine sok. Yalaka yandaşların dışında, neyi alkışladığını, neye evet dediğini bilmeyen yalaka vatandaşların dışında her birey bu garip siyasete tepki vermeyi bilir. Tavsiyem, sinirden gözlerini pörtletip, bağırarak boyun damarlarını şişirtmek yerine, şapkayı önüne alıp düşün. Aynı anda 40 bin kişinin tepkisini çekecek ne yaptım? ne dedim? Böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var derlerdi. Sen padişahtan da mı betersin be adam?

13 Ocak 2011 Perşembe

Sevmem

Kesinlikle bir Polyana değilim dostlar. Ama ;

-Sabah sabah suratı asık adamı,
-Söylediğin her lafa "yok öyle değil" benzeri ters cevap vereni,
-Kafası dünde kalmış olanı,
-Kılıksızı,
-Her konuda otorite havasına bürüneni,
-Toplumdan kendini soyutlayanı,
-Saatten haberi olmayanı,
-Mırmırmır kedi gibi konuşanı,
-Ayrı yazılması gereken -de ve -ki'leri birleşik yazanı,
-Hatta imla hatası yapanı,
-Bilgisayarı sırf internet için kullananı,
-Dinlediğini zannedip sadece susanı,
-Her daim şikayet edip, sızlananı,
-Akli melekeleri paniğe teslim edenleri,
-Baştan savan yöneticileri,
-Etrafta dolanan ölü s.kici akbabaları,

Hiç ama hiç sevmem...

7 Ocak 2011 Cuma

Dedejavu

2011 yılına kelimelerin önüne "de" öneki getirip, anlamlarını tersine döndürmeyi severek başladım. En azından blog penceresinden böyle görünüyor olmalı. Kafayı takmayı severim. Kafayı taktığım şeyler bana sevimli gelir. Kafayı taktığım şeyle ilgili sorduğum sorular, karşıdakine hep ters açıdan geldiği için, genelde çok hoş karşılanmazlar ve cevaplanma isteği doğurmazlar. Neyse ki "dejavu" böyle değil. Belki beni bu takıntıdan sıyırıp alabilecek bir köke sahip. Deja ve voir birleşiminden mütevellit.
Bendeki durum ise düz bir ifade ile bildiğin "jamais vu". İçinde bulunduğun duruma, ortama sanki ilk defa bulunuyormuşçasına yabancılık çekme. Karşıdan karşıya geçerken, tam orta refüjde "nereye gidiyorum lan ben? nerdeyim?" hali. Haftanın genelinde amiyane tabirle fıçı gibi oturduğum için, elime eskiz alıp bir-iki karaladığımda ya da eskaza elime bir mimarlık dergisi geçtiğinde o ana nasıl geldiğimi, nerede olduğumu, hangi görevle hayata gönderildiğimi tamamen unutuyorum. 11 aydır usanmadan gidip geldiğim şu ortam birdenbire tuhaflaşıyor. İçerideki insanlara bakıyorum, kim lan bunlar? Gözlerim bir noktaya sabitleniyor, bedeni bırakıyorum bürositin üzerine, süzülüyorum Atatürk Parkı'na doğru. Kendime gelebilmem, ancak birkaç kişinin "hoop, alooo, orda mısın mimar?" çırpınışları ile oluyor. Geçen sürenin kaç saniye veya dakika olduğu hakkında fikir sahibi olamıyorum. Bu sürede nasıl göründüğüm ile ilgili de. Herşeyin farkına vardığım ilk anda "kaydı yayınla" diyebiliyorum sadece.

6 Ocak 2011 Perşembe

Denisovan

Sibirya'da Altay Dağları'nda kalıntıları bulunan yaklaşık 30 bin yaşındaki insan evladı. Modern insana yakın akraba. Modern insan yetmezmiş gibi bir de akrabaları çıktı. Bu soysuzların sonu nereye dayanıyor diye şöyle ufak çaplı bir bakayım dedim, demez olaydım. Bundan 400 milyon yıl öncesine kadar bazı işaretler var ilkel de olsa yaşam sürüldüğüne dair. Avlanma, savunma, beslenme ile ilgili ufak tefek el aletleri vs. Ama nihayetinde iki ayağı üzerinde duran, beynini kullanarak hayatta kalabilen, diğerlerinden daha zeki bir tür. 400 milyon yıl dedim az önce. Abartı yok. Yani bu entrika yaratmakta usta ırk bunca senedir var düşünebiliyor musun? 400 milyon yıldır kıskançlık var, eğilen olursa parmak atan var, düşen olursa bir tekme de ben vurayım diyen var. Allah'tan ömrümüz kısıtlı hacı. Mevcut şartlarda 80 başarı sayılıyor. Bunun ilk 20 ve son 10 senesini çık. Şanslıysan 50 sene. 50 sene bile bu ademoğlu dediklerine katlanmak için çok uzun. Ortalığı karıştırıp, birbirini s.kmekte bunların üstüne yok. Irkdaşına bu kadar acımasız olan başka bir kitle tanımıyorum. Sen hiç bir kedinin, başka bir kediyi öldürdüğünü gördün mü? Hiç bir horoz başka bir horozun üstüne çıkar mı? Ya da bir fil, başka bir filin arkasından iş çevirir mi? Ama bunlar nasıl beceriyorsa fitnede 1 numaralar. Ortadan kılıcı bir vuruyorlar, hemen bir "öteki taraf" çıkıyor meydana. Şimdikiler daha da zeki. Sen siyahsın, sen beyaz. Sen yahudisin, sen bilmem ney. Sen çekik gözlüsün, sen fakir. Ayak kaydırma, yalan-dolan, punduna getirme hepsi bu puştlarda. 3 tanesini biraraya getir 1 hafta bir odaya kapat. Sonra tek tek çağır bunları birbiri hakkında soru sor. Eğer sen davranmadan önce 2 tanesi bir olup diğerini harcamadıysa tabi. 2 dakka rahat duramazlar. Azıcık bir beyin var o bile nelere yol açıyor. Bu dediklerimde istisna yok ha. İnsansan sen de böylesin. Hele de modern insansan vay halimize.

Demotivasyon

Söylemesi bile keyif veriyor adama. Hemen hepimizin sıklıkla yaşadığı ruh hâlinin en kısa ifadesi. Bu illetle boğuşmaktan, çalışmaya pek fırsat kalmıyor mesai saatleri içerisinde. Zaten caydırıcı ve tetikleyici etkenler o kadar fazla ki, üstüne bir de insanın içinde varsa biraz kaytarmacılık, geriye pek yapacak birşey kalmıyor. Biraz güncel bir rahatsızlık bu. Bundan bir 10 sene önce bu kadar had safhada olduğunu söylemek zor insanlık için. Yani bir süredir öyle bir yere doğru gidiyor ki sonunu kestirmek güç. Sıradan bir mesai esnasında takip edilmesi gereken o kadar gereksiz ayrıntı var ki, esas işe odaklanma eğrisi sonsuza gidiyor. Aslında günün 24 saatinin ne kadarının boş beleş işlerle geçtiğinin ufak bir modeli de işyerinde var. En büyük sebeplerden birisi internet. Sabah gelir gelmez ilk iş, daha bilgisayar açılırken start up'ta yerini almış olan messenger vs. gibi programlar. System tray'de uzayıp giden ikonlar. Mailleri kontrol et, facebook'a göz at, twitter'ı hızlıca geç, bloguna bir bak. Ardından hergün takip ettiğin 8-10 blog sahibi yazmış mı, ne yazmış bir göz gezdir. Gazeteyi ihmal etme. Ekşisözlük'te günün başlıklarını şöyle bir tara, ne de olsa en ufak haber orda. Kaçırmazsın. Zaten bir girdin mi çıkamazsın. İndirilecek film listene bak. İçlerinden birini seç, fazla yüklenme free rapid downloader'a. Diğerlerinin interneti yavaşlarsa sorun çıkar. Bir albüm seç, jet audio'yu çalıştır. Zero Cult çalarken kendinden geç. Saate bir bak ki 12 olsun.
Bundan yaklaşık 9 yıl önce üniversitenin yapı işleri dairesinde stajyer öğrenci olarak çalışmaya başlamıştım. Hayatlarında bilgisayarla çalışmamış yöneticiler, ben ve benim gibi bir arkadaşımın autocad performansını ağzı açık izliyorlardı. Bu tip insanlarla çalışmanın en büyük avantajı, hızlı çalışmak ne demek bilmedikleri için, çalışma sürelerini bizim tayin ediyor oluşumuzdu. "Bu iş kaç günde biter gençler?" "Valla nerden baksan 1 hafta sürer X Bey". İş autocadde 3 saatte biterdi. Biz audiogalaxy'den girer kazaa'nın ilk zamanlarından çıkardık.
Çalıştığın ofiste, bilgisayarının internetsiz olduğunu bir düşün. Ne yaparsın? 3-5 gün kıvranır, sonra eşşek gibi çalışmak zorunda olursun. Bilgi işlemden bir kontrol yaptırmış bizimkiler. Facebook'u mesai saati boyunca açık olanların oranı %80. Arada girip bakma demiyorum, mesai saati boyunca açık diyorum.
Herkes demotive vaziyette. Doktor twitter'dan yazıyor : Kolumu kaldıracak takatim yokken, depar atmam gereken bir hayat yaşıyorum. Mimar blogunda yazıyor : kesit çizmem lâzım ama götüm donuyor çalışamıyorum. Korkuyorum ya da istiyorum bilemedim, yakında insanlar sadece temel ihtiyaçlarını gidermek için yaşamaya başlayacaklar. Onun haricinde herşey gereksiz bir lüks olarak algılanacak. Çalışmak mı? Koy götüne gitsin.