28 Şubat 2011 Pazartesi

Wimbledon Açık

Ulan bu "açık ofis" kavramını ortaya atanın yedi ceddi açık ofisten kurtulamasın. Her kim ki bu açık ofisin daha verimli çalışmaya sevk ettiğini söylüyorsa en hafif tabirle halt ediyor arkadaş.
Bütün bina bu mantıkta dizayn edilmiş çalışma alanlarından oluşuyor. Müdür dahi aynı oda içerisinde tefrişat ile özelleştirilmiş bir köşede görev yapıyor. Birincisi zaten müdür ile göz göze çalışmanın verdiği sıkıntı var. İkincisi ise on tane birbirinden bağımsız adamla aynı ortamda iş yapmaya çalışmak. İki tane inşaat mühendisi, bir tane jeolog, bir tane memur, bir tane müdür, bir tane yazıcı, bir de ayakta gezen ve boş bulduğu bilgisayara çöküp facebook hesabına sign in yapan şoför. Birisi telsizle avazı çıktığı kadar bağırarak konuşurken, diğeri telefonda dert anlatmaya çalışır. O sırada beriki youtube'dan video izlemekle meşgûlken, öteki misafirlerine kahve ısmarlamış dedikodu yapıyordur. Gelsin kim iddia ediyorsa çalışsın bu açık ofiste. Bırak çalışmayı, rahat rahat bloguna yazı yazıp, birşeyler okumak bile mucize. Binaya baksan, şekil şemal tamam. Makyaj güzel, ofis mobilyaları, bilgisayarlar falan eksiksiz. Helaya giden bayanı izleyen erkek sayısı tarifsiz.
Vay ulan modern dünya. Aklı sıra ofisleri açık yaparak rüşveti engelleyecek, gizli kapaklı görüşmelerin önüne geçecek. Senin mantığına Kayserili mantı ustası Hatice Ana ossursun!

Nafile Yazı

Tansiyonum 22'ye yükselmedikçe futbol yazmıyorum. Cumartesi öğleden sonrası, beni bu yazıya iten bir zaman oldu. Araştırma görevliliği yıllarından çocuklar halı saha maçı teklif ettiler. "Oynarım ama tek şartla" dedim. Galatasaray'ın maçı ile çakışmaması koşuluyla uzun zaman sonra tozlu Nike kramponlarımı raftan indirmeye ikna oldum. Sol kanattan hızla rakip kaleye akıp, sağ ayağımın dışıyla topu sağa çekip, sağ iç plase ile kaleciye göre sol doksanı görmeyeli epey olmuştu. Bu fikir bile beni heyecanlandırmaya yetmişti. Ama önce şu İBB maçını kazanmamız gerekiyordu.
Bu maça kadar içimde hala ilk 4'e girebileceğimize dair bir umut vardı fakat gördüm ki o umut sahadaki topçularda yok. Hal böyle olunca bunun sebeplerini kendimce derinlemesine düşünme gereği duydum. Daha önce milli takım ile ilgili yaptığım gibi.
Aslında sezon başında tarihi bir sezon olacağı belli gibiydi. Kazandığımız maçlar da vardı Rijkaard gönderilmeden önce ama takımın oynadığı oyunda bir tuhaflık vardı. Bugüne kadar şahit olmadığım kadar isteksiz ve dağınık bir takımla karşı karşıyaydık. Garipliklerin ardı arkası kesilmiyordu. Artık dillere pelesenk olacak şekilde geçen sezonun ortasında gönderilen forvet yerine yazın transfer yapılmıyor ve Baros ile sezona girilerek adeta bile bile lades deniliyordu. İşin içinde kimlerin ne şekilde parmağı olduğunu tahmin edemediğim şekilde Baros sonrası forvet orijinli tek adam olan Batdal, kulübeye mahkum edilerek bu bölge için Pino, Kewell, Kazım, Arda gibi oyuncular deneniyordu. Yani forvet mevkii için, forvet dışında herkes kullanılıyordu. Takım içinde, transfer edilen oyuncuların hangi mevkiiler için alındığına da bir türlü karar verilememişti. Neill bazen stoper, bazen sağ bek, bazen de ön libero idi. Bir maçta yüzüne bakılmayan Serkan Kurtuluş, öteki maçta ilk onbirde, Aydın Yılmaz kendisine verilen son şans için sahadaydı. Yeni Hagi beklentisiyle alınan Misimovic evinde, Kasımpaşa'lı Yekta forvetin arkasındaydı. Sözün özü takım içinde olabilecek maksimum düzeyde bir karışıklık ve kaos hakimdi. Hoca dahil hiç kimse, bir sonraki hafta kimin sahaya çıkacağını, kimin kadro dışı kalacağını ve kimin hangi mevkiide oynayacağını bilmez haldeydi.
Takım içinde hal böyleyken, esas kaos yönetim anlayışında yatıyordu. Yakın geçmişi şöyle bir taradığımızda ortaya çıkan tablonun rastgeleliği, müthiş bir işbilmezliği ortaya koyuyordu. Skibbe ile başlayan sezon, Bülent Korkmaz ile devam ediyor, Rijkaard ile yapılmaya çalışılan devrim, Hagi'ye kalıyordu. Bu sırada takımda olan bir futbolcunun yerine kendinizi koymanız, olayın vahametini algılamak açısından çok yeterli. Bu sürecin tamamında takımda olan Ayhan, Sabri, Servet gibi oyunculardan biri olduğunuzu düşünün. Takımınızın başında Skibbe var ve oynamak istediğiniz oyun şekli belli. Kendinizi bu oyuna adapte ediyor ve konsantre oluyorsunuz. Sonra sezon içinde takımın başına getirilen Bülent Korkmaz'ın felsefesini sahaya yansıtmaya çalışın. Olmadı mı? Yeni sezona Rijkaard ile başlarsınız, bambaşka bir futbol oynamaya çalışırsınız ve bu futbol size sahada üstüste üç pas yapamaz halde olduğunuzu gösterir. O zaman Hagi gelir takımın başına ve mücadele edersiniz. Omuz omuza ve yıldırıcı katı futbol. Herkes koşacak. Şu 4 farklı hoca/4 farklı anlayış bile Sabri'nin beyin kanaması geçirmesine yeter de artar bile. Bu 4 anlayışın üstüste gelmesi ise tamamen tesadüf! Yani koca Galatasaray, birkaç adamın aklına nasıl eserse o anlayışı kopyalayacak ama sonra arkasında durmayacak ve yeniden anlayış değiştirecek. Kusura bakmasınlar ama bu kadarını en cahil taraftar da yapar.
Bu sezon, GS ile ilgili konuşup yazmak istemiyordum ama başta söylediğim gibi artık bu son maçta cinnet noktasına gelince ilk ve son kez birşeyler söylemek istedim. FB de şampiyon olursa tuz biber olmak deyimini kullanır ve buraları terk ederim.

25 Şubat 2011 Cuma

Arsızlık Olimpiyatları

Karışık bir matematik hesabıyla bir devlet dairesinde, üzerinde bostan korkuluğu dahi otursa müdür koltuğunun neden boş kalmaması gerektiğini anlatmaya çalışacağım. Pazartesi gününden bu yana bir seminer için yurtdışında bulunan müdür sayesinde görmediğim akrobasi, görmediğim sirk maymunluğu kalmadı.
Arsızlık olimpiyatları, müdürün pazartesi sabah bavulu ile ofise gelmesi ve beş gün için gidiyor olduğunu haber vermesiyle başladı. Bu haberi duyan ofisin 4x4 aracı, marş dinamosu arızası çıkartarak olimpiyat meşalesini yaktı. Bu sayede yurtdışından parça beklenildiğini söyleyen araç şoförü de beş günlük bir tatile çıkacaktı. Oyunların ilk gününde öğleden sonra saat 3'te kaybolan Kıvırcık, diğer günlerin habercisi gibiydi ve salı günü mesaisine de saat 10'da başlayarak kendi rekorunu kırıyordu. Başarılı performansını çarşamba ve perşembe öğleden sonra hanımının diş randevusu olduğunu söyleyerek ofisten ayrılmasıyla sürdürdü ve oyunları 3 gümüş ile kapattı. Mütemadiyen saat 9'da işbaşı yapan genç topoğraf ise, kendisine sunulan bu fırsatı kaçırmadı ve salı'dan itibaren derecesini 1 saat daha geliştirerek mesaisini 10-17 saatleri arası olarak düzenledi. Perşembe akşamından uçağa binerek İstanbul'a gitmesi de topoğrafya kategorisinde olimpiyat rekoru oldu. Aksak yazıcı, ilk sahnesini çarşamba günü aldı ve o günden bu yana henüz kendisinden haber alınamadı, muhtemelen olimpiyat ve dünya rekoru sahibi olarak pazartesi dönüş yapacaktır.
Daha önceki oyunlardan farklı olarak bu seferki oyun seyirci açısından pek bereketli geçmedi. Olan biteni izleyen, sadece cam göbeği renkli kazağıyla orta yaşlı bir mimardı.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çetrefil ile Alengir

Bu ikisinin olmadığı yerde huzur vardır. Bunlar varsa huzur yoktur. Ne yazık ki, şu zamanda bunlarsız bir hayat yoktur. En ufak aktivitede karşılaşma olasılığın yüksektir. Mesele, ne kadar tahammül edebildiğindir.
Hangi işe el atsan alternatiflerle karşılaşırsın. Öyle ya, seçenek boldur modern dünyada. Bu bölünmüşlükler, seni senden alır, dolaştırır kıvrımlı yollarda. Aklını kaybedersin, bir bakmışsın dolanmak için akla da ihtiyacın yok. Ne de güzel cilâlarlar bu korku tünelini değil mi? Siyah mı beyaz mı ikilemi bile insanlık için yeterince ağırken, nasıl başedebilirsin solid hatch rengi seçmek için açtığın renk skalası ile? Artık renklere isim yetmez olmuş, duvarının X905'e boyanmasını istiyordur müşterin.
Mail gönderecek olursun, attach butonu çalışmaz. Bunun flash'ı vardır, shockwave'i vardır, ama çıkamazsın içinden mail göndermekten bezdirir. Yazı yazarsın, Türkçesi senden iyi olmayan amirin yazıyı imla ve yazım kuralları denetiminden geçirir. Bir panel tv alayım dersin, Panasonic'te mühendis olacak kadar çok şey bilmen gerekir. Bilgisayara fotoğraf aktar, kabloyu evde unut. Aaaa bluetooth yok mu senin bilgisayarda? Dosya indir, rar password çıksın, ara ki bulaki. Yemek yiyecek olursun, sorarlar, şunlu mu olsun bunlu mu yoksa şundan da ilave etsin mi. Gömlek alacak olursun, o rengin o bedeni kalmamıştır, şu renk daha çok açar seni. Bunun gibi bir dolu zırva.
Hedefe doğrudan kuş uçumu gidilen herhangi bir aktivite kalmamıştır artık. Sadelikten ve iki noktadan tek bir doğrunun geçeceği gerçeğinden uzaklaştıkça huzurdan da o kadar uzaklaşırsın. Bu çetrefilli ve alengirli yollarda kaybedilen şey ise zamandır. Zaman.

22 Şubat 2011 Salı

Mimarın Zengini

Parasıyla mimar tutup işini yaptıran mimar, zengin mimardır. En son 6 yıl önce görüşmüştük. Yurtdışından yeni dönmüş, eski dostlarıyla tekrar karşılaşmış ve iş çevresini yeniden oluşturma çabası içerisinde olan asil bir bayandı. Aşırı zengin bir arkadaşının 70'li yıllardan kalma villasını yenileme işini üstlenmişti. Bana da işin teknolojik boyutunu halletmek kalmıştı. Anlaşmamız, eski projeyi ve üzerinde çalıştığımız eskizlerin son halini bilgisayara aktarmam şeklindeydi. İşin üstesinden gelebilmiştik çünkü hem O'nun adına hem de benim adıma önemli bir sayılabilecek çapta bir işti.
6 yıl sonra O'nunla bir pizzacı dükkânında randevulaştık. Pizzacı dükkânı O'nundu. Geçen zaman içinde gazetelerde röportajı yayınlanacak kadar ünlenmiş bir iş kadını olmuştu. Yoğun tempoda çalışan bir iş kadını. Üzerinde pizza dükkânının kurumsal ama kirli tişörtü ve polar sweati, kafasında kurumsal şapka, at kuyruğu şapkasının arkasından çıkmış, ellili yaşlarda bir mimardan bahsediyorum. Kendini tamamen pizzaya adamış bir İtalyan köylüsü duygusu ama kendini paraya adamış bir kapitalistin görüntüsü.
En küçüğünden bir pizza ısmarladım. O da acıkmıştı ve siparişi verirken "benimkini biliyorsunuz" deme ukalalığından geri durmadı. O'nunki dediği, sebze ve peynirlerden oluşan etsiz, sucuksuz, sosissiz şeydi. Yemeğimizi yerken, geçen 6 yılda neler yaptığımızdan bahsettik karşılıklı. Benimki sıradan, kronolojik ilerleyen bir hayattı. Master, askerlik, iş-güç, evlilik, çocuk. O ise adını bilmediğim şirketlerden, bağlantılardan ve pizza dükkânının hikayesinden bahsetti.
Artık bir şube daha açmak zorunlu hale gelmişti. Bu iş için de her ne hikmetse aklına ben geliyordum. Gecelere kadar şubeler arasında mekik dokuduğundan, yeni şubesinin mimari projesini hazırlamaya vakti olmayan pizzacı mimar, bu iş için beni arıyordu ilginçliklerle dolu sakin hayatımda. Şubeyi açmayı düşündüğü dükkâna göz atmak için masadan kalktık. Ben benim arabamla gitmeyi teklif ettim, O arabasının hemen şurada olduğunu söyleyerek üsteledi. 6 yıl öncekine göre ufak tefek değişiklikler vardı hayatında. Bunlardan birisi de 5.20 dizel motorlu bir BMW idi. Benim arabamla gitmediğimize sevindim.
Müşterinin bir mimar olması iyi midir yoksa proje süreci, okuldaki tashih süreci gibi mi olacak henüz bilemiyorum. Ama zengin bir mimarın parayla iş yaptırdığı bir mimar olduğumu biliyorum. Acep kaç para istesem?

18 Şubat 2011 Cuma

Boş Beleş Yazı

Engin Ardıç tarzı bir başlık oldu ama idare et. Lafı açılmışken bi küfür sallayabilirsin şişedibi liberale. Gerçekten de son birkaç gündür, belki de uzun zamandır günlerimi tanımlayacak en isabetli kelimelerden birisi "boş beleş".
İşyerinde hep boş beleş işler. Mimar olarak öyle bir birimde görev yapıyorum ki, görevim yapmak değil, yıkmak. Bundan hunharca zevk alan mesai arkadaşlarım var. Başkalarının yaptıklarını yıkıyoruz (destroy, but not washing). Bitirmek için saatleri saydığımız şu haftada, Adana'nın sembol yapılarından birini ortadan kaldırdık. Çirkin mirkin, fakat sembol diyorum. Çocukluğumuzun köprüsü artık yok. Elveda Atilla Altıkat (Atilla Zeminkat özneli duyarsız espri de yaptım hatta). Müdürümle birlikte benim sicil raporumu doldurduk. Çok çalışkan, kararlı ve başarılı bir personel olduğumu düşündüğünü öğrendim. Bir de kendi kendime not versem neler olurdu oysa.
Ev desen farksız. Benim maçlarım ile hanımın dizileri arasında kıyasıya rekabet ligin son haftasına kadar devam edecek gibi görünüyor. Bonus ise bizim ufak prenses. Ayakları üzerinde durmaya başladığından bu yana evin içinde bir Tazmanya Canavarı etkisi hakim. Mutfağa bile çaktırmadan giriyoruz. Mutfak dedim de, geçen sene Çorum'dan gelen dışı çikolata kaplı leblebi poşeti ile, geçen ay Çorum'dan gelen dışı çikolata kaplı leblebi poşetini çöpe attım. Bu kararı vermemde geçen seneden beri miktarında azalma olmayan dışı çikolata kaplı leblebiler önemli ol oynadı. Sanırım bir ömür boyu da canım bunlardan yemek istemeyecek. Klasik beyaz olsa belki rakı ile.
Favori bahis kuponum üç maça beraberlik şeklindedir genelde. Dün akşamki uefa maçlarında sayıyı beşe çıkartarak heyecanı arttırmak istedim. Bu kez de üç beraberlikte kalarak, hüsran arşivime bir kupon daha eklemiş oldum.
Kuzey cepheli bir ofiste çalıştığım güneşli bir şubat cumasında ise öğle arası meşhur bir pizzacıdayım. Yemek için değil. Şehirdeki yeni şubesinin inşaatını üstlenmek adına ön görüşme.
Şöyle aşağıdan yukarıya tekrar baktım da, harbiden yaptıklarım da yazı da çok boş beleş lan.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kıro-fesör

"Sorunun odağında kadın var. Sen dekolte giyinirsen, bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değil." demiş güzel ülkemin akademik kariyerinde zirve yapmış muhteremlerinden birisi.
Konu üzerinde fazla bir analiz yapıp ne çenemi yormak istiyorum ne de sizleri tekrara sokmak. Ama içimden geçenleri de söylemeden geçersem, bir önceki yazıya haksızlık etmiş olurum.
Ey bürokratik dünyada "profesör" olarak adlandırılan ve adının önünde Prof. kısaltmasını kullandığın şebelek, ey kampüs içinde 1400 sene evvelinden kalmış beyninle yaşamını idame ettirebilen yaratık! Senin aldığın o unvanın üstüne mart danaları sıçsın. Gözlüğüne maymunlar işesin, bıyığına lamalar tükürsün. Tipine sırtlanlar gülsün, beynine ornitorenkler hayretler içinde kalsın. Sana ulemasın diye danışanlar dizanteri olsun da heladan çıkamasın. Üstünde emeğin olanlar, senden beter olsun. Okuduğun kitaplar rulo olsun. Aldığın maaş, oturduğun lojman öte tarafta tecavüzcülerinin olsun. Bu yazı hafif kaldı diyenler yanıma buyursun.

Sen, Ben, O

Cehalet, vurdumduymazlık, tahammülsüzlük, sorumsuzluk...Dolap çevirme, ketenpere, kuyu kazma, iş çevirme...Hile, yalan, açgözlülük, ego...Adamsendecilik, nemelazımcılık, empati kuramama, keseri kendine yontma...Okumama, ama herşeyi bilme, hafife alma, es geçme...Vefasızlık, merhametsizlik, adaletsizlik, aşırı gerçekçilik...İş bilmeme, kayırma, ayartma, çıkarcılık...Geçiştirme, yarına bırakma, savsaklama, eline yüzüne bulaştırma...Patavatsızlık, yersizlik, ayarsızlık, terbiyesizlik...Şark kurnazlığı, cinfikirlilik, fırsatçılık, saman altından su yürütmek...Sömürme, şov, reklam, maske...Kıskançlık, çekememe, aşağı çekme, çelme takma...Savaş, cinayet, ihanet, gaflet...Para, para, para, para....

8 Şubat 2011 Salı

Kirpi

At üstünde 3 günlük yolumuz var. Kara kışın bastırdığı bu dönemde pek istemesem de bu yolu çekmem lâzım. Yolda ihtiyaç duyacağımız yiyecekleri bir gün önce hazırladı güzel eşim. İçim hiç rahat değil. Bu yolculuk beni huzursuz ediyor.
Yol üstünde benim çocukluk arkadaşım Kirpi var. O'nu evinden alıp devam edeceğiz yola. Hasta annemi de yanıma alıp üç kişi ile Kirpi'nin evine uğruyoruz. Kirpi'nin annesi ile annem de çok iyi dostlar. Savaş zamanı birlikte sığınaklarda canlarını dişlerine takmışlar. Kısa bir hâl hatır sorma faslından sonra Kirpi'yi görmek için içeri giriyorum. Son zamanlarda hep gördüğüm gibi. Solgun, sapsarı bir yüz, kırmızı göz yuvaları, kirli sakal, genç yaşında beyazlamış saçlar. Oysa bundan 12 yıl önceyi çok net hatırlıyorum. Bitmek bilmez bir enerji ile şehrin tozunu attığımız günler. Artık eskisi gibi değil.
Bu yolculuk için Kirpi çok ısrarcı. Bense O'nun evde kalmasını ve anılardan bahsederek bize veda etmesini istiyorum. Ağır yolculuğu kaldırabileceğine gözüm kesmiyor. Annesinin gözlerine bakıyorum. Yapacak birşey yok der gibi. Eşimi ve annemi, Kirpi'nin annesine emanet edip, Kirpi'yi sırtıma alıyorum. Aşağıya kadar indirip atımın sırtına bindirene kadar nefes nefese kaldım bile. Kirpi eskisinden çok daha ağır bu hastalıktan sonra.
Kasabamızda insanlar cahil ve kaderci. Ben bu hastalıkların yaşadığımız savaşla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bilmediğimiz bir güç ile saldırdılar bize. Erken ölüyor artık insanlarımız. Ölmek kurtuluş. Kirpi gibi olmak ise dehşet verici. Geçen yıla kadar Kirpi gibi olan ama tekrar iyileşen bir çocuk var. Sanırım Kirpi'nin yolculuk için inat etmesinin sebebi o çocuk. Ama bir başkası daha yok. Umutsuzum.
Yol beklediğimden daha kolay neyse ki. Gündüzleri yol alıp, geceleri tipinin bastırdığı zamanlarda konaklayacak bir yerler ayarlıyoruz. Üç gündüz yolculuğu ile Kirpi'nin istediği köydeyiz işte. Mutlaka o çocuğu görmek istiyor. O'nunla tanışmak. Köye gelmek istemememin bütün bunların dışında bir sebebi daha var. Bunu sadece kendime itiraf edebiliyorum: Laz! Karşılaşmayalı yıllar oldu belki de. Birbirimize olan öfkemizde zerre kadar azalma olduğunu sanmıyorum. O da benim gibi düşünüyor. O yüzden artık birbirimize uzağız. Ama ben Kirpi için kuralı bozmak zorundayım.
Çok iyi tahmin ettiğim gibi Laz daha köyün girişinde kesiyor önümüzü. Pisliğe bulaşmaya niyetim yok. Kirpi'nin dileğini yerine getirip evimize dönmek istiyorum bir an önce. Laz'a bunu anlatmaya çalışıyorum. Nasıl ben anlamayacaksam O'da anlamıyor. Artık Laz'ın esiriyiz. Etrafında 20 kadar adamı var. Bir emirle, Laz'ın bizi istediği şekilde öldürebilecek 20 adam. İçlerinden birisi topallayarak yürüyor, elleri çarpık ve ağzı sola kaymış. Laz'ın ne işine yarayacak bu adam diye düşünüyorum. O sırada Laz, Kirpi'yi farkediyor. Hasta olduğundan daha önce haberi olduğunu sanmıyorum ama Kirpi'yi bu halde görünce mutlu olduğunu hissediyorum. Az çektirmedik zamanında bu pisliklere. Kirpi benden çok daha acımasızdır.
İyileşen çocuk, Laz'ın eski adamlarından. Artık kendi köşesinde sakin bir hayatın peşinde. Tüm olanları unutmuş, yaşamanın tadına varmaya çalışıyor. Becerebiliyor mu bilmem. Bu çocuğun iyileşmesinde Laz'ın parmağı olduğunu söylüyor köylüler ne zamandır. Ama o gerizekâlı, herhangi birinin yaşaması için kılını kıpırdatmaz.
Ne kadar dil döksem de Laz beni bırakmıyor ve bana inat Kirpi'yi salıveriyor. Bunun bana acı vereceğini çok iyi biliyor. Kirpi bu halde on dakika bile yürüyemez. Ama O'nun kararlılığı ve inadı kimsede yok. Göz göre göre ölüme gidiyor. Benim çaresizliğim ise Laz'a meze olmuş durumda. Uzun müddet etrafımda dönüyor adamları. Laz hiç konuşmuyor, birisinden haber bekler gibi sanki. Topallayan adam dahil hepsi keyif içinde salyalar saçarak bana bakıyorlar.
Üç defa aralıklı şekilde çalan ıslık, hepsini harekete geçiriyor. Zamanında bizimle çarpışırlarken geri çekilmek için de aynı ıslığı kullanırlardı. Beni iyice bağladıklarına emin olduktan sonra toz oluyorlar. Önce Kirpi'yi gönderdiler, sonra arkalarından kendileri. Ben ellerimi bile oynatamıyorum. Eski esnekliğimde olmasam da bu lanet düğümü çözmek yaklaşık yarım saatimi alıyor. Hemen Kirpi'nin gittiği tarafa doğru koşuyorum. O çocuğun evini tam olarak hatırlamasam bile geçtiğim yollar yavaş yavaş bana tanıdık geliyor ve bulabileceğimi sanıyorum. Bir yandan da haykırıyorum. Kirpiiiiiiiii!
Buldum o çocuğun evini. Üç katlı, taş bir bina. Dalıyorum içeriye hemen. Giriş katı soğuk, karanlık ve sessiz. Sesleniyorum. Kimse yok. Üst kata çıkıyorum, bir üste daha. Kimse yok. Birilerinin yaşadığına dair herhangi bir işaret de yok. Tekrar sesleniyorum. Kirpi? Yok.
Aşağı iniyorum hızlı adımlarla. Hemen sol tarafta derme çatma bir kulübe var. İçeriden bir ışık sızıyor. Merakla koşuyorum kapısına doğru. Laz'ı görüyorum. Arkası bana dönük. Anlam veremediğim bir telaş içerisindeler. Topallayan adamı bir taşın üzerine yatırmışlar. Birisi elinde neşter ile ayakta. Topallayan adamın kasıklarından göğsüne kadar derin bir yarık açılmış. Işık, topallayan adamın içinden yayılıyor. Kirpi? diyebiliyorum sadece. Laz yüzünü bana dönmeden cevaplıyor. "İyi olacak".
Neler döndüğünü anlamaya çalışarak, kafamı o çocuğun evine doğru kaldırıyorum. Kirpi çatıda. Kapüşonunu kafasına geçirmiş bana bakıyor. Kirpi diyorum sevinçle. Gülmüyor. Sadece bana bakıyor. Anlıyorum. Yapma diyorum çaresizce. Yapma!!!


7 Şubat 2011 Pazartesi

Mülkün Temeli

Yaklaşık 2 ay önce elime tutuşturulan bir çağrı kağıdı ile 4 Şubat günü tanık olarak mahkemeye davetli olduğum bildirilmişti. O an beni panikleten bu durum, sürenin 2 ay olduğunun farkına varmamla, yeterince gevşememe ve "yeeaaa 2 ay var daha" moduna geçiş yapmama sebep oldu. Fakat sayılı gün çabuk geçerdi bu ülkenin bilge insanlarına göre. Öyle de oldu. 3 Şubat günü, dava konusunu idrak etmek ve tanık olarak neler anlatabileceğimi tasarlayarak geçti. Kolay değil, 30 yaşının ortalarında, kendi halinde bir insan olarak ben, çoğunluğun Adana denildiğinde akla ilk gelen imgesi olan "Adana Adliyesi" ile ilk kez yüzleşecektim. Bu durum, kendimi "bir bok" olarak hissetmemi sağladı kısa süreli de olsa. Davetliler arasında bizim bölümden bir mühendis arkadaş da vardı, smokinlerimizi giydik ve limuzine binmek için otoparka indik, inmedik. Yaya vaziyette adliyeye doğru seyirttik. Devam eden kavşak inşaatı, smokinlerimizde epey toz bıraktı, bırakmadı. Bildiğin günlük kıyafetlerle adliye kapısına dayandık. Giriş kapısında polis memuru bizi okşarken, ben herhangi bir gazetenin üçüncü sayfasına haber olmamak adına etrafı kolaçan etmekle meşgûldüm. Olası bir kaza kurşunundan kendimi korumak için de, kendimi esnekliğim konusunda motive ediyordum. "Adliye koridorları" diye bir tabir var gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var? derken, esaslı bir dolambaç ile bilmem kaçıncı asliye ceza mahkemesinin önündeydik. Evet bizim davanın görüleceği yüce mahkemenin duruşma salonunun önünde mübaşirin avazının çıkmasını bekliyorduk. Son derece hatalı işçilikle döşenmiş, bit kadar parçacıklı cam mozaikten koridorlar, duruşma salonunun önündeki kalabalık, cübbeli baylar, bayanlar. Sanırsın ki memleket işi gücü bırakmış, birbirini dava etmekle ve sonuç alamamakla uğraşıyor. Bu hissi hastanelerde ve tapu dairesinde de yaşayabilirsin. Bütün ülke hasta ve muayene olmaya gelmiştir veya bütün ülke ev-arsa alıp satmaktadır.
Stresli bir bekleme sürecinin ortasında, bizim kurumun avukatını cübbe ile görmek biraz rahatlatmıştı beni ve cübbenin kolundaki yeşil rengin bir anlamı olup olmadığını, cübbenin neden siyah renk olduğunu düşünecek kadar vakit bulmuştum. Duruşma salonunda başka bir dava devam ederken, bizim avukat hanımın zırt-pırt içeri girip çıkması, bizim davayı öne aldırmaya çalıştığını söylemesi, mübaşirin seslenmesi ile yanıbaşımızda bekleşen insanların içeri girmesi ve 5 dakika sonra geri çıkması bazı şeylerin şekillenmesinde rol oynamaya başladı. Ancak başrol elbette hakimdeydi. İçeri girene kadar varlığından bihaber olduğum adalet sağlayıcısı. Başka bir zamanda yaşasak, demokratik yöntemlerle bu işi becerebilmesi imkansız olan insan. İsmimiz okunup, içeri girince yüzleştim bu ulu kişilik ile. Bugüne kadar ulu bellediğim bu makam ile. Bu arada mübaşir de bildiğin tırt. İnsanın sesi gür olur biraz. İşinin hakkını ver aslanım.
"Bildiğini dosdoğru söyleyeceğine namusun ve vicdanın üzerine yemin ediyor musun?" ile başladı iletişimimiz. "Evet" dedim, içimden de bu kısa ve net cevabın yeterli olup olmadığını geçirdim. Yemin sırasında ayağa kalkan herkes, sorun yokmuş gibi yerine oturduğuna göre yemin işi tamamdı. Bu kısa boşlukta mekana göz gezdirdim. Davaro'daki o ihtişamlı mahkeme salonuna pek benzemiyordu. Bizim evin salonundan daha küçük bir salon tıkış tıkış bir kürsü, benim tanık olarak bulunduğum şu kafesimsi bölüm. Karşılıklı oturan cübbeliler. Yavan bir mekan. Dava konusunu kısaca okuduktan sonra "anlat" komutunu veren adama "malı Arap Faik'ten alıyorum" deme gafletini göstermedim elbet. Önceki gün çalıştığım gibi masalımı anlatmaya başladım. En can alıcı yerinde "yeter" demesin mi! Ulan daha olayın nasıl olduğunu bile söylemedim ki! "Adresini söyle" dedikten sonra artık daha fazla birşey anlatamayacağıma hayıflanarak iş adresini söylemeye başladım. "Adana zart zurt kurumu, cart ve curt daire başkanlığı" dedim ve lafım kesildi "vaaaayyyy Adana'da cart ve curt da varmış öyle mi?" devam ediyorum "zırt ve pırt şube müdürlüğü" hop! "bak baaaaaak, bir de zırt ve pırt şubesi, sanki bana çok iş yapıyorlar da bir de şubeleri var. Allah bilir şimdi bir de tek katlar grubu ve çift katlar grubu diye ikiye ayrılırlar. Tamam çıkabilirsin". Olayın geri kalanını, sanırım benden sonra içeri giren mühendis arkadaşımdan dinlediler. Fakat, olayla ilgili, herhangi bir sorumluluk duygusu, karar verebilecek yeterlilikte olmak adına olayı anlamaya çalışmak, adil karar verme yükünü taşımak ve işini ciddiye almak adına herhangi bir belirtiye rastlamadım. Üzerinde, günde 850 tane davaya bakmanın bırakmış olduğu yalama olmuş vida dişi hali vardı. Belki de gününü geçirebilmek için, davalı-davacılarla ve tanıklarla türlü şaklabanlıklar yapma ihtiyacı hissediyordu. Oysa ben tüm haşmetiyle bıyıklı bir Hulusi Kentmen modeliyle karşılaşmayı bekliyordum. Tam bir düşkırıklığıydı içeriden çıkarken yaşadığım. Kapıda karşılaştığım yumuşakça ise kendi derdindeydi. "Afedersiniz, ben bir mübaşir arkadaşımı görmek için İstanbul'dan geliyorum da, mübaşirlerin olduğu oda neresi?"
Demem o ki, içimde kaldı bu şaklabanlığa cevap veremedim. Bu hissi, daha önce yaşadığım tek bir yer vardı. Yapanlar bilir : Askerlik. O yüzden sana sesleniyorum ey hakim efendi! (Ahmet Çakar mode) Senin vereceğin kararın da, senin sağladığın adaletin de, senin baktığın davanın da, senin espri anlayışının da. Grup Anemi'den gelsin. Ta A.K.