30 Kasım 2010 Salı

Neyin peşindeyiz?

Liseden beri böyle gidiyor sanırım. Yani ortaokulu pek hatırlamıyorum. O yüzden liseden beri diyebilirim. Böyle garip bir hafızam var. Ben gittikçe o da benimle birlikte geliyor. Geride kalanları tamamen siliyor hard diskten. Yakında lise zamanlarını da hatırlamaz olurum. Neyse. Liseden beri böyle diyordum. İyi bir sayısal öğrencisiydim. Matematik ve fizik-kimya derslerim iyiydi. İyi notlar alırdım. İyi derken 90 üstü. Ama bir tuhaflık vardı. Tarih-coğrafya-edebiyat derslerinden daha çok keyif alıyordum. Fizik dersleri sanki tek kişilik işkence odasında ellerim bağlı sandalyede oturur vaziyette yapılıyordu. Matematik dersinde 50 dakika geçmek bilmiyordu. Kendimi sürekli pazar öğleden sonrasında gibi hissediyordum bu derslerde. Hep bir kasıntı, hep bir sıkıntı. Üniversitede derslerim iyiydi. Mimarlık bölümünü 4,5 yıl gibi kısa sayılacak bir zamanda bitirdim. Alttan dersim hiç olmadı. Ama proje dersleri beyinsel tecavüzü andırıyordu. Girmekten en çok hoşlandığım dersler karanlık odada tepegöz kullanılan derslerdi. Öyle ya karanlıkta dersi dinleyip dinlemediğini kimse göremezdi. Hatta meksika dalgası yapmışlığımız bile vardı bu derslerin birinde 5 kişilik taraftar, pardon öğrenci grubuyla. İş hayatı başladı sonra. Araştırma görevlisi oldum. Bölüm başkanı okulda yokken yardımcı doçentler dahil tüm kadronun birbirine kağıt atan, sınıfta uçak uçuran öğrenci moduna indirgendiğine şahit oldum. Bölüm başkanı varsa dersler tam 5'te biter. Yoksa 4.15'te. Mimarlık ofisinde çalıştım. Ofis, patronun şehir dışında olduğu zamanlardaki gibi çalışsa 2 aya kalmaz iflas eder. Şantiyede çalıştım. Herkesin yüzünün güldüğü tek ortak gün, yağmurun yağdığı, ofise mahkum olduğun gayrı-resmi tatil günleridir. Yapım müdürünün haftasonu tatile gittiği zamanlar tadından yenmez. Memur oldum. Müdür yokken online okey masası kurulur ve iddia bayisi gibi olur açık ofis. Bu açık ofisi icat edeni sksinler. İşin garibi bölüm başkanı da, patron da, yapım müdürü de, müdür de bütün bu düzeni sağlayacak adamlar gibi durmuyor. Onlar da başka zamanlarda başka gruplarda benzer eylemler içerisindeler. Pamuk ipliğine bağlı gidiyoruz sanki. Sempozyumda uyuyan bölüm başkanı, rakı masasında işlerin koy götüne diyen yapım müdürü, yurtdışında moldovalı peşindeki dindar patron vs vs. Öyleyse nereden geliyor bu kaytarmacı ruh hâli. Nereden geliyor bu kaçamak/kaçarak hayat sevdası. Baka baka böyle olduk. Baka baka böyle olacaklar. Kaç yaşına kadar devam eder bu durum. Kaç nesil devam eder. Çaktırmadan bu dünyada yaşayıp, çaktırmadan kaçıp gitme peşinde miyiz? Neyin peşindeyiz?

25 Kasım 2010 Perşembe

Erik'in Oğlu

Son bir umutla yola çıkmıştım. İçimde hâlâ telefonumu kurtaracağıma dair bir his vardı. Her ne kadar onu bir süredir ikinci hattım için görevlendirmiş olsam da ikinci plâna atmış değildim. Bu yüzden onu yaşama döndürebilecek son umudum tükenene kadar mücadeleye devam edecektim. Zaten bugüne kadar 150 tane şarj aleti almış olmam bunun bir göstergesiydi. 150 şarj aletine verdiğim para ile 2 yeni telefon edinebilirdim rahatlıkla. Daha önce hiç uğramadığım bir bölgeye adım atmam gerekiyordu bu son operasyon için. Bir plâza. Dışarıdan bakılınca bir plâzaydı evet. Ama döner kapıdan içeri adım attığında karşılaştığın manzara daha çok bit pazarını andırıyordu. Yanyana dizilmiş dükkânların tamamı istisnasız şekilde cep telefonu satıcı ve tamircileri tarafından istilâ edilmişti. Acaba hangisini tercih etmeliydim. Sebebini bilmeden birkaç tanesini geride bıraktım vitrinlerine bakarak. Gayri ihtiyari şekilde daldım içlerinden birine. Geri adım atamazdım çırağın "buyur abi" çağrısından sonra. Tezgâhın arkasında iki çırak ayakta görev başındalardı. İçerisi made in China akımının azılı bir temsilcisine benziyordu. Binlerce telefon kapağı, çakmak şarjı, ıvır zıvır plastik elemanlar duvarları kaplıyordu. Hemen sağ taraftaki patron masası olduğunu tahmin edebileceğin masada patron olduğunu tahmin edebileceğin adam, bir tepsi içerisindeki tabaklarda yemek yemekle iştigâldi. Dikkatli bakınca menüyü fark edebildim. Metal tas içinde nohut ve plastik tabak içerisinde pilav. Alelâde saçılmış birkaç türde yeşillik. Gözlerimi daha fazla o noktada tutamazdım zira patron yemeğin anasına küfreder gibi yiyordu. İşlerin kesatlığını nohuttan çıkarır gibi bir yüz ifadesi ile kaşıklıyordu yemeğini. İçeriye girip çıkan müşterilerden rahatsız olduğunu hissettirecek bir ruh hâli veya davranışı olduğunu söyleyemem. Normal süresi içerisinde yemeğini yiyecek ve tepsiyi kaldırması için tezgâh arkasındaki gençlerden birine "kaldırın!" talimâtını verecekti. Fazla konuşkan birisi olmadığına kanaat getirdim. O anda genç çocuğun normal olarak beni beklediğini farkettim ve telefonumu çantamdan çıkardım. Telefonun şarj olmadığını, bayramda bir anlık sinirle şarj aletini kırdığımı, sorunun telefonda mı yoksa şarj aletinde mi olduğunu bilmediğimi söyledim. Telefonu elimden aldı ve minik minik ekipmanların olduğu sehpaya doğru yöneldi. O kadar minyatür parçalar vardı ki o tornavidalardan birisi ile vida açmam imkânsızdı. İlk yaptığı eylem tahmin edilebilir şekilde yeni bir şarj aleti çıkartıp telefonu prize takmak oldu. Şarj aletleri arka duvardaki rafların altında yerdeki mukavva kutuların içerisinde istiflenmişti. Kutuların üzerinde tek tek telefon modelleri yazıyordu. O kadar çok kutu ve o kadar çok şarj aleti vardı ki bu kadar şarj aletine kim ihtiyaç duyar diye içimden geçirdim. Fakat bir telefon için aldığım şarj aleti sayısı aklıma gelince tekrar sakinleştim. Doğal olarak beklediğim şekilde telefon şarj olmadı. Genç vazgeçmedi hemen. Aynı telefonu şarj edebilen başka bir şarj aleti çıkardı, denedi ama nâfile. Sonuç aynıydı. Bu sırada patron bizi gözlüyor bense sehpanın arkasındaki telefonumun ekranına sünmüş şekilde bekliyordum. Patron konuşmadan, eliyle başka bir şarj aletini işaret ederek onu kullanmasını tavsiye etti. Olaya müdahale şekli ve soğukkanlılığı beni umutlandırmıştı. Daha motive vaziyette bu hamleyi bekliyordum. Genç şarj aletini açtı önce telefonun arkasına sonra prize taktı. Takması ile birlikte gümmm! Allah diye zıpladığımı ve karanlıklar içinde patronun bana sinsi gözlerle bakışını hatırlıyorum. Şarj aleti patlamıştı evet. Sigortalar da atmıştı doğal olarak. Sigortayı tekrar kaldırmak yine bizim gence düştü. Fakat o sigorta öyle bir yerdeydi ki müdahale etmek imkânsıza yakındı. Dükkânın en sonundaki duvarın sol üst köşesinde tavanın hemen altındaydı. Sandalyenin üzerinde vileda yardımı ile tekrar elektriğe kavuşmuştuk. Elektriğe kavuştuğumuz anda kapıdan içeri giren neşeli bayan hemen tespiti yapıştırdı : Ahahah ben geldim ışıklar yandı. Bataryasından muzdaripti ve yenisini istiyordu. Ne kadar diye sordu. Patron "bizde iyisi var ama" diye böbürlendi. Kadın cevabını alamamanın verdiği gerginlikle tekrar "ne kadar?" diye tekrarladı. "3 lira" cevabı "ama bizde iyisi var" cevabı ile çelişmesine rağmen kadın "peki alıyorum" diyerek alışverişi noktaladı ve çıktı. Genç ile ben ise sorunun bataryamda olabileceği zannı ile 7-8 tane bataryayı ambalajından çıkartıp denedik. Sonuç yine hüsrandı. Aslında yeterli sayıda şarj aleti ve batarya ile bu denemeleri evde de yapabilirdim. Yine de bunu O'na hissettirmedim. Ancak zaman hızlı ilerliyordu. Yaklaşık 40 dakika sonra genç başını olumsuzluk içeren anlamlar paralelinde sağa sola salladı ve yıkıcı tespitini dile getirdi : Olmuyor...Sorun ya bataryada ya telefonda ya da şarj aletinde...Eveeeet. Yaklaşık 40 dakika sonunda vardığımız nokta buydu. Yavaş ama temkinli ilerliyorduk fakat bu şekilde sonuca varmamız 40 günü alabilirdi. Oysa yapacak başka angarya işlerim beni sıkıştırıyordu. Hazır oraya kadar gitmişken hemen köşedeki dükkândan kahve almalıydım. Pek birşey başaramamıştık ama bu titiz çalışma için gence teşekkür edip plâzanın döner kapısından çıktım ve sola döndüm. Taze çekilmiş kahve kokusu aklımı başımdan almıştı...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Acele Bacı

Bitti de kurtulduk yahu 9 günlük tatilden. Buzağı gibi yatmadıktan sonra ben tatile tatil demem. Araya bayramı sokmasalardı belki anlamlı olabilirdi. Yine zorundalık sistemin kurbanı olduk. Tatil teorime olan inancım daha da güçlendi. Şunu düşünüyorum. Bir devlet dairesinde çalışan memur 365 günde ortalama 145 gün tatil yapıyor. Yani yılda neredeyse 5 ay. Küsûratları atıyorum. 4 ay diyorum. Koca 4 ay. Ama her cumartesi-pazar aynı terâne gerçekleşiyor. Cumartesi yapabilirsen birşeyler yap, pazar gününü ütü-banyo-çamaşır şeytan üçgeninde ve pazar öğleden sonrası bunalımının yoğun baskısında geçir. Diyorum ki; 3 ay boyunca cumartesi dahil çalışılsın. Hatta pazar günleri de her departmanda belirli görevliler ile hizmet devam etsin. 3 ay sonunda 1 ay tatil olsun. 3 ay mesai 1 ay tatil, 3 ay mesai 1 ay tatil. Düşünsene her 3 ayda 1 başka ülkeye gitme fırsatın var. 3 ay çalış İtalya'ya. 3 ay çalış Hindistan'a. Beğenmezsen yurtiçi şehirlerarası. 3 ay çalış Edirne'ye. 3 ay çalış Artvin'e. Yoksa bu gidişat beni benden alır 3-5 seneye. Bayram biteli 1 hafta oldu. Elim işe gitmekte zorlanıyor. Böyle stratejik aralıklarla ufak tatiller motivasyonumu çok düşürüyor. Bu bayram bitti şimdi kendime yeni hedef seçmem lâzım tembellik ve üşengeçlik için. Zaten cumartesinin varlığı bütün hafta içinin gerekliliğine inancımı oldukça düşürüyor. Bütün bunlara ilâve olarak kız dediğin uzun bacaklı olur diyor ve kaçıyorum.

11 Kasım 2010 Perşembe

Zorundalık Sistem

Zorundalık sistem, fiziksel görünüş bakımından ondalık sisteme benzer fakat muhteviyatı bazı farklılıklar gösterir. Karşılaştırmalı analiz yerine tek taraflı tarifi tercih edeceğim ki zaten ondalık sistemi yetmişinci kez okumanıza gerek yok lise bitene kadar beyniniz yeterince tecavüze uğramıştır.
Aklıma geldiği gibi hızlıca sıralıyorum. Zorundalık sistemde "ayar" diye birşey vardır. Mutlaka ayarlaman gerekir. Saati ayarlarsın, alarmı ayarlarsın, kanal listesini ayarlarsın, bloguna arka plan ayarlarsın, işe giderken giymen gereken gömleği akşamdan ayarlarsın, işyerinde autocadde ayar yaparsın. Ama ayar veremezsin. Zorundalık sistemde "lâzım" diye birşey vardır. Sabah 7'de kalkman lâzımdır, traş olman lâzımdır, ütü yapman lâzımdır, haftasonu ev temizliğine yardım etmen lâzımdır, erken yatman lâzımdır, faturaları düzenli yatırman lâzımdır, her aklından geçeni her yerde söylememen lâzımdır. Ama ismi lâzım değildir. Zorundalık sistemde "ritüel" diye birşey vardır. Doğumgünü mailleri gibi, kandil mesajları gibi, bayram tebrikleri gibi, istiklâl marşı gibi, "bey" gibi "hanım" gibi. Sırtlan gülümsemesi. Zorundalık sistemde olmazsa olmazlar vardır. Yemek yersin, su içersin, trafiğe çıkarsın, okula gidersin, işe gidersin, tuvalete gidersin, banyo yaparsın, konuşursun, çalışırsın. Zorundalık sistemde "teknoloji" diye birşey vardır. Tft, lcd, led, plazma, megapiksel, gigabyte, sim kart, eft, atm, cep telefonu, internet, uydu. Ama uymazsan olmaz.
Ve bütün bunlardan geriye kalan şeye hayat denir. Ondalık sistemde ortalama 70 yıl, zorundalık sistemde totally 3 bilemedin 5 yıl sürer.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Çınar Ağacı

Herşey gerizekalı bir kot ceketin haddini bilmez bir şekilde bir kebapçıda bağımsızlığını ilan etme girişimi ile başlamıştı. Belki de başlangıç bu değildi emin değilim. Ben neden çınar ağacı olmak istediğimi düşünürken ansızın gelen telefon, bana bunun bir başlangıç olabileceği fikrini verdi belki de. Arayan karımdı. Şehirdışındaki kuzeni, arkadaşları ile Adana'ya gelmiş ve binlerce yerli turistin izinden giderek bu kısa ziyareti kebap ile anlamlandırmaya girişmişti. Telefonun ucunda karımdan bunları dinlerken altıncı ve yedinci hislerim harekete geçerek beynime vücudumda gerginlik yaratan mesajlar iletmeye başlamıştı bile. Bütün bu zırvaların benimle ne alakası olabilirdi ki karım beni arıyordu. Çok beklemeden gerçek ortaya çıktı. Yapmam gereken şuydu : Lanet kot ceket, keyifli kebap ziyafeti sırasında lanet sandalyede unutulmuş gitmişti. O ceketi kebap kokuları üzerine sinmeden kurtarmam gerekiyordu. Ve durum acildi. Hepsi bir kenara, durumun aciliyeti bile beynime kan sıçraması için yeterliydi aslında. Eğer herhangi birşey acilse tansiyonum normal seyrinin çok çok üstüne çıkar, engelleyemem. Aslında o ceketi kurtarmaktan daha öncelikli işlerim vardı. Bir arkadaşa 102 ekran LCD TV için deneme amaçlı full hd 1080p videolar, ötekine doğumgünü resimlerinden 3-5 adet seçme ve gönderme, berikinin cep telefonunun servise teslim edilmesi vs vs. Zaten uzun zamandır herhangi bir insanla iletişime geçmemi gerektirmeyen bir meslek arayışı içerisindeydim. Lanet bakkal dükkanında bile günde yüzlerce insanla diyaloğa girmek gerekiyordu. Hayalini kurduğum kebapçı dükkanının temeli insana dayanıyordu. Horozlara kebap satamazdım ki. Her mimarın rüyası bar açma fikri de insanoğlu yüzünden yüzümü ekşitiyordu. Ben ne iş yapacaktım peki? Yapmam gerekiyor muydu? Bırakıldığım bir yerden tekrar kalkmam gerekiyor muydu? Kaç gün hiç kıpırdamadan ve konuşmadan durabilirdim? Bundan şikayet eder miydim? Modern dünyaya mı aittim? Değilsem hangi zamanın insanıydım? İnsan mıydım? Son telefonu kapattıktan sonra ayaklarımdan yukarıya doğru ilerleyen bir titreme hissettim. Titreşim beynime doğru ilerliyordu ve engel olma ihtiyacı hissetmiyordum. Aşağıya baktığımda hemen sol tarafımdaki bankta iki yaşlı oturmuş, soluklanıyorlardı. Elleri bastonluydu her ikisinin de. Şapkalı olan daha konuşkan gibiydi de diğeri pek oralı olmuyordu sanki. Yapraklarım yavaş yavaş yeşilden kızıla dönüyor birkaç aylığına çıplak kalacağım günler yaklaşıyordu. Adana'da çok dert edilecek bir durum değildi bu. Ne de olsa meyvem yoktu. Kabuğunun kalın olduğundan ya da tadının ekşi olduğundan şikayet edilecek meyvem olmaması, çıplak kalacak olmanın endişesini örtüyordu. Kebapçıda unutulan bir ceketi kurtarmam da gerekmiyordu. Hatta yerimden kıpırdamam bile gerekmiyordu. Teknolojinin de canı cehennemeydi. Sadece aşağıda koşuşturan gerzekleri ilgilendiriyordu bluetoothlarının açıklığı veya kapalılığı. Benim yapmam gereken sadece zamanı geldiğinde polenlerimi etrafa saçmak ve pazartesiyi icat etmiş sivri zekalıları hapşırtmaktı. Bu hapşırıklar benim burada olduğumu onlara hatırlatsa da sanırım buna katlanabilirdim.

5 Kasım 2010 Cuma

Bilmem Kaçıncı Cuma

Sıradan bir kasım ayının sıradan bir cuması. Haftanın son iş günü. İnançlılar namaz telaşında. Saatleri namaza göre ayarlamışlar. Ben yemekteyim. Yanımda 3 kişinin oturduğu bir masa var. Kılıklarından bankacı olduklarını tahmin ediyorum. Bir yandan tıkınıyorlar, bir yandan laflıyorlar. İçlerinden birisi dertli. Son zamanlarda ne kadar çok çeyrek altın taktığını anlatıyor diğerlerine. Harun'a düğününde çeyrek takmış, Halime'nin çocuğu olmuş O'na bir çeyrek. Faruk'un oğlu sünnet olmuş. Faruk 2 çeyrek parasına denk gelen bişey istemiş. 2 dakikada toplam 25'e yakın çeyrek hesapladı sonra çıkan sayıyı 4'e böldü kaç tane tam altın taktığını hesap etti. Sonra bu tam altınları tekrar 4'e böldü kaç çeyrek olduğunu buldu. Öyle ya çeyrek üzerinden toplam hesap yapması daha kolaydı ve 2,5-3 milyara yakın bir para yatırdığını söyledi. Konuşmayı yapmadan önce hazırlıklı gibiydi. Bu kahrolası parasal hesapları yapmak bu kadar spontane olamazdı. Ben ise bu sırada kafamı kaldırmadan işime konsantre olmuş, tabağımdan patates kızartmalarını boy sırasına göre ve elimle yemekle meşgûlüm. Eli tepsili hanımlar-beyler masa seçme yarışındalar. Cam kenarı isteyenler, dışarıda oturalım teklifi yapanlar, TV manzarasını tercih edenler. Tam bir kaos. Yine bankacı olduğu tipinden belli bir başka bayan mevcut kilosuna aldırış etmeden büyük boy pizza, elma dilim patates ve coladan oluşan menüsünü coşkulu bir yüz ifadesiyle midesine indiriyor. Umursamazlık bu sanırım. Buradan bir an önce ayrılmam lâzım. O kadar ki hemen arka tarafta oturan mühendis Celal Bey'i görmezden gelebilirim. Mekanda benim farkımda olan en gerçek şey fotoselli kapı. Beni asansörlerin bulunduğu hole buyur ediyor. Asansörle aşağı inerken aklımdan mandalina geçiyor. Evet mandalina. Soğuk algınlığımın doğal ilacı. Antibiyotiklerden daha fazla inandığım turunçgil. Markete uğramalıyım. 1 koca kilo mandalina 0,79 tl. Gözümle seçiyorum iyilerini dolduruyorum poşete. 1,470 gram ve 1,16 tl. Hepsini yiyebilirim. Kasada önümdeki ofis çalışanı şık hanımefendi salatalık almış arkadaşı ile birlikte. Belli ki bazı fiziksel çıkıntılardan rahatsızlar. Onların ne yaptığı ile ilgilenecek kadar sabrım yok. Poşetimle işyerine doğru yürüyorum. Köşedeki büfenin gazete raflarındaki iddia bülteni ilgimi çekiyor. Alıyorum bir spor gazetesi. Biliyorum ama bakıp d 3 maç oynayacak enerji ve motivasyona sahip değilim. Beklemek hoşuma gitmiyor çünkü. Kısa yoldan zengin olmam gerek. Uyanığım ya. Elimde iddia gazetesi ve bir poşet mandalina ile ofise giden bir mimar olarak kimseye görünmeden hedefe ulaşmak istiyorum. Neyse ki işyerinin asansörü bana bir iyilik yapıyor ve benim haricimde hiç kimseyi asansöre kabul etmiyor. Tek başıma beşinci kata ulaştıktan sonra bir sağ yapıyorum. Bir sağ daha ve işte masamdayım. Bütün bunları yazarken bir yandan da neden çınar ağacı olmak istediğimi düşünüyorum.