25 Kasım 2010 Perşembe

Erik'in Oğlu

Son bir umutla yola çıkmıştım. İçimde hâlâ telefonumu kurtaracağıma dair bir his vardı. Her ne kadar onu bir süredir ikinci hattım için görevlendirmiş olsam da ikinci plâna atmış değildim. Bu yüzden onu yaşama döndürebilecek son umudum tükenene kadar mücadeleye devam edecektim. Zaten bugüne kadar 150 tane şarj aleti almış olmam bunun bir göstergesiydi. 150 şarj aletine verdiğim para ile 2 yeni telefon edinebilirdim rahatlıkla. Daha önce hiç uğramadığım bir bölgeye adım atmam gerekiyordu bu son operasyon için. Bir plâza. Dışarıdan bakılınca bir plâzaydı evet. Ama döner kapıdan içeri adım attığında karşılaştığın manzara daha çok bit pazarını andırıyordu. Yanyana dizilmiş dükkânların tamamı istisnasız şekilde cep telefonu satıcı ve tamircileri tarafından istilâ edilmişti. Acaba hangisini tercih etmeliydim. Sebebini bilmeden birkaç tanesini geride bıraktım vitrinlerine bakarak. Gayri ihtiyari şekilde daldım içlerinden birine. Geri adım atamazdım çırağın "buyur abi" çağrısından sonra. Tezgâhın arkasında iki çırak ayakta görev başındalardı. İçerisi made in China akımının azılı bir temsilcisine benziyordu. Binlerce telefon kapağı, çakmak şarjı, ıvır zıvır plastik elemanlar duvarları kaplıyordu. Hemen sağ taraftaki patron masası olduğunu tahmin edebileceğin masada patron olduğunu tahmin edebileceğin adam, bir tepsi içerisindeki tabaklarda yemek yemekle iştigâldi. Dikkatli bakınca menüyü fark edebildim. Metal tas içinde nohut ve plastik tabak içerisinde pilav. Alelâde saçılmış birkaç türde yeşillik. Gözlerimi daha fazla o noktada tutamazdım zira patron yemeğin anasına küfreder gibi yiyordu. İşlerin kesatlığını nohuttan çıkarır gibi bir yüz ifadesi ile kaşıklıyordu yemeğini. İçeriye girip çıkan müşterilerden rahatsız olduğunu hissettirecek bir ruh hâli veya davranışı olduğunu söyleyemem. Normal süresi içerisinde yemeğini yiyecek ve tepsiyi kaldırması için tezgâh arkasındaki gençlerden birine "kaldırın!" talimâtını verecekti. Fazla konuşkan birisi olmadığına kanaat getirdim. O anda genç çocuğun normal olarak beni beklediğini farkettim ve telefonumu çantamdan çıkardım. Telefonun şarj olmadığını, bayramda bir anlık sinirle şarj aletini kırdığımı, sorunun telefonda mı yoksa şarj aletinde mi olduğunu bilmediğimi söyledim. Telefonu elimden aldı ve minik minik ekipmanların olduğu sehpaya doğru yöneldi. O kadar minyatür parçalar vardı ki o tornavidalardan birisi ile vida açmam imkânsızdı. İlk yaptığı eylem tahmin edilebilir şekilde yeni bir şarj aleti çıkartıp telefonu prize takmak oldu. Şarj aletleri arka duvardaki rafların altında yerdeki mukavva kutuların içerisinde istiflenmişti. Kutuların üzerinde tek tek telefon modelleri yazıyordu. O kadar çok kutu ve o kadar çok şarj aleti vardı ki bu kadar şarj aletine kim ihtiyaç duyar diye içimden geçirdim. Fakat bir telefon için aldığım şarj aleti sayısı aklıma gelince tekrar sakinleştim. Doğal olarak beklediğim şekilde telefon şarj olmadı. Genç vazgeçmedi hemen. Aynı telefonu şarj edebilen başka bir şarj aleti çıkardı, denedi ama nâfile. Sonuç aynıydı. Bu sırada patron bizi gözlüyor bense sehpanın arkasındaki telefonumun ekranına sünmüş şekilde bekliyordum. Patron konuşmadan, eliyle başka bir şarj aletini işaret ederek onu kullanmasını tavsiye etti. Olaya müdahale şekli ve soğukkanlılığı beni umutlandırmıştı. Daha motive vaziyette bu hamleyi bekliyordum. Genç şarj aletini açtı önce telefonun arkasına sonra prize taktı. Takması ile birlikte gümmm! Allah diye zıpladığımı ve karanlıklar içinde patronun bana sinsi gözlerle bakışını hatırlıyorum. Şarj aleti patlamıştı evet. Sigortalar da atmıştı doğal olarak. Sigortayı tekrar kaldırmak yine bizim gence düştü. Fakat o sigorta öyle bir yerdeydi ki müdahale etmek imkânsıza yakındı. Dükkânın en sonundaki duvarın sol üst köşesinde tavanın hemen altındaydı. Sandalyenin üzerinde vileda yardımı ile tekrar elektriğe kavuşmuştuk. Elektriğe kavuştuğumuz anda kapıdan içeri giren neşeli bayan hemen tespiti yapıştırdı : Ahahah ben geldim ışıklar yandı. Bataryasından muzdaripti ve yenisini istiyordu. Ne kadar diye sordu. Patron "bizde iyisi var ama" diye böbürlendi. Kadın cevabını alamamanın verdiği gerginlikle tekrar "ne kadar?" diye tekrarladı. "3 lira" cevabı "ama bizde iyisi var" cevabı ile çelişmesine rağmen kadın "peki alıyorum" diyerek alışverişi noktaladı ve çıktı. Genç ile ben ise sorunun bataryamda olabileceği zannı ile 7-8 tane bataryayı ambalajından çıkartıp denedik. Sonuç yine hüsrandı. Aslında yeterli sayıda şarj aleti ve batarya ile bu denemeleri evde de yapabilirdim. Yine de bunu O'na hissettirmedim. Ancak zaman hızlı ilerliyordu. Yaklaşık 40 dakika sonra genç başını olumsuzluk içeren anlamlar paralelinde sağa sola salladı ve yıkıcı tespitini dile getirdi : Olmuyor...Sorun ya bataryada ya telefonda ya da şarj aletinde...Eveeeet. Yaklaşık 40 dakika sonunda vardığımız nokta buydu. Yavaş ama temkinli ilerliyorduk fakat bu şekilde sonuca varmamız 40 günü alabilirdi. Oysa yapacak başka angarya işlerim beni sıkıştırıyordu. Hazır oraya kadar gitmişken hemen köşedeki dükkândan kahve almalıydım. Pek birşey başaramamıştık ama bu titiz çalışma için gence teşekkür edip plâzanın döner kapısından çıktım ve sola döndüm. Taze çekilmiş kahve kokusu aklımı başımdan almıştı...

Hiç yorum yok: