10 Kasım 2010 Çarşamba

Çınar Ağacı

Herşey gerizekalı bir kot ceketin haddini bilmez bir şekilde bir kebapçıda bağımsızlığını ilan etme girişimi ile başlamıştı. Belki de başlangıç bu değildi emin değilim. Ben neden çınar ağacı olmak istediğimi düşünürken ansızın gelen telefon, bana bunun bir başlangıç olabileceği fikrini verdi belki de. Arayan karımdı. Şehirdışındaki kuzeni, arkadaşları ile Adana'ya gelmiş ve binlerce yerli turistin izinden giderek bu kısa ziyareti kebap ile anlamlandırmaya girişmişti. Telefonun ucunda karımdan bunları dinlerken altıncı ve yedinci hislerim harekete geçerek beynime vücudumda gerginlik yaratan mesajlar iletmeye başlamıştı bile. Bütün bu zırvaların benimle ne alakası olabilirdi ki karım beni arıyordu. Çok beklemeden gerçek ortaya çıktı. Yapmam gereken şuydu : Lanet kot ceket, keyifli kebap ziyafeti sırasında lanet sandalyede unutulmuş gitmişti. O ceketi kebap kokuları üzerine sinmeden kurtarmam gerekiyordu. Ve durum acildi. Hepsi bir kenara, durumun aciliyeti bile beynime kan sıçraması için yeterliydi aslında. Eğer herhangi birşey acilse tansiyonum normal seyrinin çok çok üstüne çıkar, engelleyemem. Aslında o ceketi kurtarmaktan daha öncelikli işlerim vardı. Bir arkadaşa 102 ekran LCD TV için deneme amaçlı full hd 1080p videolar, ötekine doğumgünü resimlerinden 3-5 adet seçme ve gönderme, berikinin cep telefonunun servise teslim edilmesi vs vs. Zaten uzun zamandır herhangi bir insanla iletişime geçmemi gerektirmeyen bir meslek arayışı içerisindeydim. Lanet bakkal dükkanında bile günde yüzlerce insanla diyaloğa girmek gerekiyordu. Hayalini kurduğum kebapçı dükkanının temeli insana dayanıyordu. Horozlara kebap satamazdım ki. Her mimarın rüyası bar açma fikri de insanoğlu yüzünden yüzümü ekşitiyordu. Ben ne iş yapacaktım peki? Yapmam gerekiyor muydu? Bırakıldığım bir yerden tekrar kalkmam gerekiyor muydu? Kaç gün hiç kıpırdamadan ve konuşmadan durabilirdim? Bundan şikayet eder miydim? Modern dünyaya mı aittim? Değilsem hangi zamanın insanıydım? İnsan mıydım? Son telefonu kapattıktan sonra ayaklarımdan yukarıya doğru ilerleyen bir titreme hissettim. Titreşim beynime doğru ilerliyordu ve engel olma ihtiyacı hissetmiyordum. Aşağıya baktığımda hemen sol tarafımdaki bankta iki yaşlı oturmuş, soluklanıyorlardı. Elleri bastonluydu her ikisinin de. Şapkalı olan daha konuşkan gibiydi de diğeri pek oralı olmuyordu sanki. Yapraklarım yavaş yavaş yeşilden kızıla dönüyor birkaç aylığına çıplak kalacağım günler yaklaşıyordu. Adana'da çok dert edilecek bir durum değildi bu. Ne de olsa meyvem yoktu. Kabuğunun kalın olduğundan ya da tadının ekşi olduğundan şikayet edilecek meyvem olmaması, çıplak kalacak olmanın endişesini örtüyordu. Kebapçıda unutulan bir ceketi kurtarmam da gerekmiyordu. Hatta yerimden kıpırdamam bile gerekmiyordu. Teknolojinin de canı cehennemeydi. Sadece aşağıda koşuşturan gerzekleri ilgilendiriyordu bluetoothlarının açıklığı veya kapalılığı. Benim yapmam gereken sadece zamanı geldiğinde polenlerimi etrafa saçmak ve pazartesiyi icat etmiş sivri zekalıları hapşırtmaktı. Bu hapşırıklar benim burada olduğumu onlara hatırlatsa da sanırım buna katlanabilirdim.

Hiç yorum yok: